İnsanın Toplumsal Serüveni Olarak Sosyolojik Düşüncenin Serencamı
Sosyoloji herkesin ortak bir şekilde kabul ettiği düşünceler bütününe sahip değildir. Nasıl inceleme yapılacağı ve bu inceleme sonucunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda sosyologlar farklı fikirler öne sürmüşlerdir. Bu problem sosyolojinin kendi yapısı ve özellikleriyle ilgilidir. Sosyoloji bizim kendi yaşamımız ve davranışımız hakkındadır; kendimizle uğraşmak da yapabileceğimiz en zor ve karmaşık işlerden birisidir ki; sosyoloji de tek bir insanla değil insanlarla yani toplumla uğraşılır.
Kurumlar ve Kurumsal Yaklaşımlar açısından olaya yaklaşırsak; bir olgunun toplumun üzerindeki tesiri, çeşitli ve anlaşılması güç bir durumdur. Bu durum kuramların sosyoloji için önemini ortaya çıkarmaktadır. Olgu odaklı bir yaklaşım şeylerin nasıl ortaya çıktıklarını gösterir ancak sosyoloji aynı zamanda şeylerin neden ortaya çıktığıyla ilgilenir. Bunu yapabilmek için de açıklayıcı kuramlar oluşturmak ve geliştirmek zorundayız.
Giddens, bu konunun anlatımında sanayileşme örneğini verir ve: “Sanayileşmenin modern toplumların ortaya çıkışlarında önemli bir etkisi olduğunu biliyoruz ancak; sanayileşmenin kökenleri ve önkoşulları nelerdir? Neden toplumlar arasında sanayileşme süreçleri bakımından farklılıklara rastlıyoruz? Sanayileşme neden, suçların cezalandırma biçimlerinde ya da ailede ve evlilik sistemlerindeki değişimlerle el ele gitmektedir?” Gibi sorulara cevap vermek için kurumsal düşünceyi geliştirmek zorunda olduğumuzu söyler. Özetle olguları anlamlandırmamızda ve açıklamamızda bize yardımcı oldukları için kuramlara ihtiyaç duyarız.
Sosyoloji’nin bahsedilen ihtiyaçlarına binaen ilk kuramcılar ve kuramlar ortaya çıkmıştır. İlk kuramcılardan bahsetmeye sosyoloji terimini ilk kez kullanmasından dolayı Agusto Comte’dan başlayacağız. Döneminde, “toplumsal fizik” terimi kullanılırken Comte, Sosyoloji terimini ortaya atmıştır. Auguste Comte (1798-1857) toplumun diğer doğa bilimleri gibi değişmez yasaları olduğunu; toplumun incelenmesinde kesin bilimsel yöntemlerin kullanılması gerektiğini söyleyerek sosyolojiye pozitivist bir yaklaşım sergilemiştir ve sosyolojideki pozitivizm geleneğini başlatmıştır. Buna göre toplum hakkındaki bilgi; gözlem, karşılaştırma ve deneyle elde edilecek kanıtlara yani toplumsal yasalara dayanmalıdır. Sosyologlar, olaylar arasındaki neden ilişkisini anlayıp, gelecekteki olayların nasıl ortaya çıkacağını çözebilirler.
Emile Durkheim da (1858-1917) Comte gibi toplumun bilimsel nesnel bakış açısıyla ele alınması gerektiğini söyler. Durkheim’in sosyolojisinin temel ilkesi, toplumsal olguları şeyler olarak incelemektir. Bu ifade, toplum yaşamının diğer doğa unsurları kadar kesinlikle çözümleneceğini ifade eder. Durkheim’a göre sosyoloji, toplumsal olguları inceler. Sosyolojik yöntemlerle, Toplumsal olguların bireylerin eylemlerini biçimlendiren yönleri incelenmelidir.
Karl Marx’ın (1818-83) düşünceleri Comte ve Durkheim’dan farklılaşır. Ona göre toplumdaki en önemli değişmeler, kapitalizmin gelişimiyle bağlantılı olmuştur. Kapitalizmde iki bileşen vardır; sermaye ve ona sahip egemen sınıf ve ücretli emek yani yaşamlarını sürdürmek için egemen sınıfın altındaki yoğun nüfus olan işçi sınıfı, yani proleteryadır. Marx’a göre kapitalizm, sınıf ilişkilerinin çatışma ile nitelendiği bir sınıf düzenidir.
Marx’ın bakış açısına göre, toplumsal değişmenin ana kaynağı insanların benimsedikleri inanç ve düşünceler değil, ekonomik etkenlerdir. Sınıflar arasındaki çatışmalar tarihsel gelişimi etkilemektedir. Marx, tıpkı kapitelistlerin feodal düzeni alaşağı ettiği gibi; kapitalist sistemi yıkacak bir işçi devinimiyle kurulacak olan, kominist sistemin geleceğine inanıyordu. Kominist sisteme göre; zengin ve yoksul arasında çok büyük farklılıklar olmayacak, ekonomik düzen, ortak mülkiyet altına alınacak ve daha insancıl bir yaşam sürülecektir.
Max Weber, (1864-1920) sosyolojinin yapılar üzerinde değil, toplumsal eylemler üzerinde yoğunlaşması gerektiğine inanıyordu. Değişmenin ardındaki gücün, insan güdülenmesi ve düşünceleri olduğunu ileri sürmüştür. Düşünceler, değerler ve inançlar dönüşümleri ortaya çıkarma gücüne sahipti. Eylemlerin etkileşimi toplumdaki yapıları oluşturmaktaydı ve sosyoloji de bu eylemlerin arkasındaki anlamları anlama amacındadır.
Modern Kuramsal Yaklaşımlar
İlk kuramcılar, sanayinin gelişmesinin yani ekonomik bir durumun; toplumda kültürel, sosyal ve siyasi değişimler meydana getirdiğini bizzat gözlemlemişlerdir bunun sonucunda da toplumun incelenmesinde, genel olarak toplumun işleyişi ile toplumsal değişmenin doğasını açıklayabilecek yoları araştırmışlardı. İlk kuramcıların da etkisiyle daha sonraları Modern Kuramsal Yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Daha yeni olan üç kuramsal bakış açısı da (işlevselcilik, çatışma ve simgesel etkileşimcilik) sırasıyla Durkheim, Marx ve Weber’le bağlantılıdırlar.
İşlevselcilik; toplumun değişik parçalarının toplumsal dayanışma ve istikrar çıkarmak üzere birlikte işledikleri bir sistem olduğunu benimsemektedirler. Bu yaklaşıma göre, toplumun parçalarının birbirleriyle ve bir bütün olarak toplumla olan ilişkileri incelenmelidir.
Mesela bir toplumdaki dinsel inanç ve geleneklerin incelemesini, bunların toplumdaki öteki kurumlarla nasıl ilişkili olduğunu göstererek yapabiliriz, çünkü bir toplumun farklı parçaları birbirleriyle yakın ilişki içerisinde gelişmektedir.
İşlevselciler, toplumun parçalarının, tıpkı insan bedeninin organlarında olduğu gibi, toplumun bütünü için yararlı olacak biçimde birlikte çalıştıklarını ileri sürmektedirler. Onlara göre, düzen ve denge toplumun normal durumudur. Bu denge toplumdaki insanların çoğunun aynı değerleri paylaşmasıyla var olur.
Çatışmacı bakış açıları; işlevselci bakış açıları gibi toplumdaki yapıları vurgularlar. Fakat çatışmacı bakış açısı toplumdaki bölünmeleri öne çıkarır. Güç, eşitsizlik ve mücadele sorunları üzerinde yoğunlaşırlar. Çatışma teorisine göre toplumsal dinamizm, toplum yapısında yer alan çeşitli unsurlar arasındaki çatışmalar tarafından belirlenir. Çatışma teorisi toplumu bir çatışmalar bütünü olarak ele alır. Buna göre toplum kendi çıkarlarını gözeten ayrı gruplardan oluşur. Bu çıkarların varlığı da her an çatışma ihtimalini barındırır. Çatışma kuramcıları bu grupların birbirleri arasındaki ilişkiyi, dengeyi, baskın durumları ve gerilimleri inceler.
Simgesel etkileşimcilik; öteki kuramların tersine toplumun bütününü değil, bireyler arasındaki küçük ölçekli etkileşimleri öne çıkarır. Toplumsal etkileşim içinde bireyler arasındaki simgelerin değişimi üzerinde durur. Bireylerin; bir şey ifade etmek için kullandıkları sözcükler, söze dayanmayan beden hareketleri ya da iletişim biçimleri simgelerdir. Bu bakış açısında gündelik yaşamdaki yüz yüze etkileşimler üzerinde odaklanılmalıdır. Buna göre, böylesi etkileşimlerin toplum ve kurumlarını yaratmadaki etkisi vurgulanır.
Örnek verecek olursak işlevselcilik, Dini ve devleti birbirini destekleyen ve birlikte şekillenen bir bütün olarak ele alır. Birbirleriyle uyum içerisinde toplumdaki düzen ve istikrarı etkilediklerini ve bu etkinin nasıl olduğu, toplumsal dayanışmayı nasıl sağladığını inceler. Çatışmacı kuram; din ve devlet çıkarlarının çatıştığını iddia ederek; bu çatışmanın, toplumun istikrarını sağlamadaki etkisini, insanları harekete geçirmede hangisinin rolünün daha baskın olduğunu, aralarındaki gerilimin toplumun varlığına ne yönde etki ettiğini inceler. Simgesel etkileşimcilik; ortak dine sahip olan bir grup insanın kendi arasındaki ne tarz etkileşimlerin bir cemaat olmaya sebebiyet verdiğini ele alır.
Bu bakış açılarının yöneldikleri çözümleme düzeyiyle ilişkili bir ayrım vardır. Yüz yüze etkileşim durumlarındaki gündelik davranışın incelenmesine genellikle mikrososyoloji denir. Siyasal sistem ya da ekonomik düzen gibi büyük ölçekli toplumsal düzenlerin çözümlenmesi ise makrososyolojidir.