Neden Dindar değiliz?
İnsanın ve toplumun çürü mesine yol açan söz konusu tehlikeleri Kur’an iki ana başlık altında toplar. Peki bu başlıklar nelerdir, neden dindar değil de ‘dini darız’.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber ilahi görevine dindar olduklarını iddia eden bir toplumda başlamış, onların “Tanrı, din-dindarlık, ahiret, ölüm vb.” Kullanmış oldukları ve hayatlarına biçim veren bir takım temel kavramları Kur’an merkezli bir tanımlamaya tabi tutarak, aslında bu toplumun zannettikleri gibi dindar olmadıklarını* kendilerine anlatmaya çalışmıştır. Bunun için de Mekke ahalisinin hiç de yabancı olmadığı eski kavimlerin haberlerinden örnekler vererek, “onların neden dindar olamadıklarını ve Allah’ın gazabına uğradıklarını?” Kur’an vasıtasıyla net bir şekilde ifade etmiştir. Örneğin bu sunumlara göre Ad kavmi “dünyevi güç ve kuvvete dayanmalarıyla”, Semud kavmi “dünya nimetlerine düşkünlükleriyle”, Medyen ahalisi “ölçü ve tartıya hile karıştırmaları, ilişkilerinde düzenbaz olmalarıyla” “Lut kavmi “fuhuş, zevk ve eğlenceye (yasak olan şeylere) aşırı düşkünlükleriyle”, İsrailoğulları ise “inat, taassup ve sözlerinde durmamalarıyla”kendi sonlarını hazırlamıştır.
İnsanın evrensel, yüce, uhrevi veya nihai amacından uzaklaşmasına sebep olan maddeye veya dünyevi haz ve nimetlere gösterdiği düşkünlük, Kur’an’a göre dindarlığın; yani kendi ontolojik özüyle bütünleşmenin önündeki en büyük engel olarak görülür. Fıtratın doğal gelişiminin önünde tehlike arz eden bu durum,
Kur’an’da bir yadsıma ve ret uslübuyla, “Hevasını Tanrı edineni gördün mü?”şeklinde ifadesini bulur. Dindarlığın bir yaşam tarzı- amacı olmasının önündeki diğer önemli bir engel ise bireyin ebedi yaşama arzusu olarak nitelendirilebilecek ve onu söz konusu ulvi amaçlara değil de dünyaya meylettirecek olan, ona ölümden sonrasını ve ahireti unutturan “hulud” – ölümü ve sonluluk durumunu unutma, ölümsüzlük yanılgısına düşme- arzusudur. Kur’an’da bireyin kendisine, çevresine, doğaya-kainata ve en sonunda Allah’a karşı işlemiş olduğu bütün kötü fiillerin genelde bu iki kavram çerçevesinde ele alındığı ve işlendiği görülebilir. Ayrıca bu iki kavram, bir nevi insanın ve insanlığın huzur ve anarşi noktasına olan mesafelerini belirlemede temel ölçüt sayılabilir.
HEVA
Kur’ânî inancın sert muhalefetine hedef olan “Heva ve ona tabi olmak”Kur’an’daki ayetlerin tamamında, nefsin tüm kötü istek ve arzularının toplu ifadesi olarak sunulur. Heva, Kur’an’da bazen ilmin zıddı olup, zalim olmaya sebep olarak; bazen dünyevi yaşantıya ebediyet arzusuyla yönelme;26 bazen de haksız hüküm verme sebebi olarak gösterilir. Hakkı terkedip, sahte ilahlara yönelme arzusu olarak da nitelendirilen heva, yalnız dünyevi şeylere aşırı tutkuyu göstermekle kalmaz, inanç ve inancın tezahürünü etkileyen kaynak olarak bazen de Allah’ın yerine konulur, O’nunla denkleştirilir. Bu gibi durumlarda heva, bir ilah mesabesinde olup; artık itaatın da isyanın da kaynağı konumundadır.
Hadis-i şerifte ise heva öyle ilginç bir alana sokulmuştur ki; onun ortaya çıkışı ve baskınlaşması, artık iyiyi emredip kötüden sakındırmanın hiçbir fayda vermeyeceği son derece uğursuz bir zamana işaret olarak gösterilmiştir:“Boyun eğilen ihtirası, tabi olunan hevayı, ahirete tercih edilen dünyayı ve herkesin kendi reyini beğenmesini görünceye kadar iyiyi emredin, kötüden sakındırın!”
Bütün bu ifadeler dünya üzerindeki kötülük probleminin, sosyal, ekonomik ve hukuki eşitsizliklerin temelinde, insan varlığındaki heva boyutunun etkin rolünü göstermektedir. İslam dininde, günah kavramının altında dahi bireyin içindeki arzularda bulunan tahrik edici unsurların yer aldığı görülebilir. İyiye, güzele yönlendirilemeyen arzu etme potansiyeli, bu tür tezahürleriyle insanın kendi kendisinin kışkırtıcısı, başka bir ifadeyle “kendisinin öz yılanı oluverir!” Bunun örneklerini; yani hevanın bir insanın nasıl öz yılanı olup hem kendi hem de bütün insanlığın başına yıkım getirdiğini, kadim tarihten pek çok örnek yanında, yakın zamanda Hitlerin, Mussolini’nin icraatlarınlarında da görmek mümkündür.
HULUD
Kur’an-ı Kerim’de kendisini ebedileştireceği ümidiyle yeryüzüne yönelen ya da dünyayı ahirete tercih eden bir karakterin yanında; para pul biriktirip, saydıkça sayan ve bütün bu servetlerin kendisini ebediliğe kavuşturacağını ümit eden başka bir karakterden de bahsolunur. Ancak, belki de en dikkat çekici ifade, dünya lezzetlerine düşkün ve onlara aşırı bağlı olan tiplerin, Kur’an’da susamış bir köpeğin suya olan düşkünlüğünden veya hararetinden dolayı dilini dışarı sarkıtması gibi, onların da dünya lezzetlerine karşı böyle aşırı bir bağlılık ve düşkünlük içerisinde olduklarına dair benzetmedir. Hatta bu durumun onların karakteri haline geldiği, onlara müdahale edilse de veya kendi hallerine bırakılsa da onlar için fark eden bir şeyin olmayacağı ifade edilir.
İnsanın hevasını tanrılaştırması ve hulud arzusu, onu kötülüğe sürükleyen, ona vesvese veren,isteklere ve kötü arzulara kışkırtan nefs-i emmarenin en başta gelen negatif özellikleri olarak göze çarpar. Kur’an, insana yaşama amacını unutturan, onu en yüce değerlerden alaşağı edip, ona bir bakıma insanlığını unutturan bu engelleri, insanların neden dindar olamadığı? Çerçevesinde ele alır ve uyarılarını işte bu noktadan hareketle yapar.
SONUÇ
İnsandaki “heva ve hulud arzusu” nun, insanın önemli bir yanı olan “hak ve hürriyet” ile, ekonominin ana konusu olan “mal” ile çok yakın bir ilişki içerisinde olduğu, hatta onlardan beslendiği söylenebilir. Bu beslenme, pozitif anlamda değil, malını artırmak için her türlü haksızlığı hak kabul etmek ve diğer insanların hak ve hürriyetleri üzerinden kendi hak ve hürriyetine sınırsız bir hâkimiyet oluşturma anlamındadır. Bu durum, iki kişi arasındaki ilişkiden, devletlerarası ilişkilere kadar geçerliliği olan hassas bir konudur. Söz konusu ilişkilerdeki bozukluk, insanın ve insanlığın nerde durduğuyla ilgili açık fikirler verebilir. Dolayısıyla bu ölçü, dindarlık denilen ve ilahi kaynaktan beslenen eylem ve oluşun, hangi düzeyde yeryüzünde temsil edildiğini gösterebilir.
Sonuç olarak, Kur’an’ın neden insanları baştan dine meyilli kabul edip onların neden dindar oldukları sorusundan çok neden dindar olamadıkları; yani insanlaşma projesinden uzaklaştıkları sorusuna cevap vermeye çalışması, İslam’ın gönderiliş amacını ortaya koymada ve dindarlıktan neyi kastettiğini anlamada yeni fikirler sunabilir. Narsisizm, kibir, kendini beğenmişlik, bencillik ve aç gözlülük gibi olguların ahlâksal ve ruhsal açıdan önemi, Kur’an ve bütün büyük dinlerdeki temel öğretiler dikkate alındığında, aslında şu tek cümle ile özetlenebilir: İnsanın amacı, benlik bütünlüğünün bir parçası olan nefs-i emmare (kötülüğü emreden nefs) boyutunu bilmek, tanımak ve kontrol altına alma erdemini yaşam boyu sürdürebilmektir. Çünkü dindarlık (insanlaşma projesi), bu engelin aşılıp aşılamamasına bağlı olarak hayata geçirilebilecek bir olgudur.