Herkes hangi toplumsal statüde olursa olsun saygıya ve güvene layıktır
Doç. Dr. Özcan Güngör – İnsanlara güven aşılanmalıdır. Kendisine değer verildiğini gören insan, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışacaktır. Herkes hangi toplumsal statüde olursa olsun saygıya ve güvene layıktır.
SÖYLEŞİ
Dr. Lamia LEVENT ABUL – Doç. Dr. Özcan GÜNGÖR
Sayın Hocam! İman etmek, inanmak her türlü korkunun gitmesi, güven ve emniyet içinde olmak anlamlarına gelmektedir. Bizlere iman-güven ilişkisi bağlamında neler söylersiniz?
İnanmak, dinin sosyolojik olarak tecrübe edilme şekillerinden biridir. İnanan kişinin mümin olması gibi Allah’ın da kendisini el-Mümin olarak sıfatlandırması söz konusudur. Ne anlamalıyız bundan? Arapça mümin e-m-n kökünden türer, yani mümin kişi bir diğer anlamıyla güven duyulan kişi demektedir. Burada müminin “inanan” anlamı merkeze alır da “güvenilen kişi” anlamını kaçırırsak çok şey kaybetmiş oluruz. Mümin güven veremiyorsa imanı bu anlamda sorunlu hâle geliyor. Allah’ın el-Mümin ismi de insana kâinatta karşılaşabileceği binlerce korku türü karşısında güven hissi vermesi ve korkuların tamamından sığınılacak bir liman olması şeklinde anlaşılabilir. Hakikaten insanı korkutabilecek hem afakta hem enfüste pek çok şey var. Bunların karşısında insana güven hissini, ancak her şeyin sahibi ve halikı olan Allah telkin edebilir. Böylece bütünleşmiş bir kişiliğe sahip olmak insana güven duygusu sağlar. Kişisel bütünlüğün sağlanmasında en mükemmel kaynak ise hiç şüphesiz bir ve her şeye gücü yeten Allah merkezli tevhit anlayışıdır. En’am suresindeki 82. ayet bu durumu oldukça açıklayıcıdır: “İmana ermiş olan ve zulüm işleyerek imanlarını karartmayanlar, işte onlardır güven içinde olacak olanlar, çünkü doğru yolu bulanlar onlardır!”
İslam dini bulunduğu coğrafyalarda yüzyıllarca güven ve emniyet ortamları oluşturmuş ve Müslümanların bulunduğu beldeler “güvenilir belde” olarak tanınmıştır. İslam’ın inşa ettiği güventoplumlarının özellikleri nelerdir?
Pek çok özellikten bahsetmek mümkündür. Korkuya dayalı bir Allah, insan ve toplumsal ilişki yerine sevgi, merhamet, bağışlama ve karşılıklı fedakârlık temelli bir düzen kurma, İslam toplumlarının başardığı en önemli hususlardandır. İslam toplumlarının güveni tesis etmelerinde en büyük etkenlerden biri belirsizlik ortamının olmamasıdır.
İslam toplumlarında din, akıl, mal, can ve nesil her şartta korunma altındadır. Burada bir belirsizlik yok, insani gerçekliğe ilişkin bütün katmanlar için aksine güven vardır.
Bu bize Hz. Peygamber’in bizzat yaşayarak öğrettiği şeydir. Örneğin, güvenilen kişi olarak Peygamberimiz Mekkelilerin kendisine değerli eşyalarını teslim ettikleri, en zor anlarında bile buemanetlere asla ihanet etmediği bilinmektedir. Medine’ye hicret edeceği gece, müşriklerin, evini kuşattığı esnada, evinden ayrılmadan önce üzerindeki emanetleri Hz. Ali’ye teslim ettiği, bunları ertesi gün sahiplerine iade etmesini istediği bilinir. Düşmanlarının bile kendisine güvendiği bir kişiliktir o.
Bugün İslam toplumlarına baktığımızda geçmişte oluşturulan güven huzur ortamının maalesef bozulduğunu, çatışma ve kaosun hâkim olduğunu görüyoruz. İslam toplumlarında yaşanan bu güvensizlik ve istikrarsızlığın sebepleri nelerdir?
İslam cahilliği ortadan kaldırarak güven ortamını tesis etmişti. İnsanların bilgiye ulaşmasının, aracısız Rabbine mülaki olmanın, kendi varlığını anlamlandırarak kendisini tanımasının yolunu açmış ve varlık âlemi içinde müstesna yerini insana fark ettirerek (eşref-i mahlukat) onu cehaletten, şirkten, kirden ve kendisine yabancılaşmaktan kurtarmıştır.
Evet, üzülerek ifade etmek lazım ki Türkiye “kişilerarası güven” konusunda 1995-2009 arasını kapsayan dönem zarfında Dünya Değerler Endeksi’nde sondan üçüncü iken 2010-2014 Dünya Değerler Araştırmasında da insanımızın %11.6’sı insanlara güvenilebileceğini, %82.9’u ise insanlara karşı çok dikkatli olunması gerektiğini ifade etmişlerdir. Galiba burada çoğunluğu Müslüman bir toplumdaki bireylerin imanlarının davranışlarına güven olarak yansımadığı sonucu çıkıyor. Soyut düzeyde bilgi veya değer olarak kabul edilen güven, pratikte bize emredilenin aksine güvensizlik olarak ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda güvene dayalı güçlü toplumsal yapı oluşturmamızda da en büyük engellerden birini oluşturuyor. Soyut bilgi doğru iman anlayışı için yeterli olmuyor, yine soyut iman da doğru işler yapmak için yeterli olmuyor.
Bu sonuçlardan hareketle güvensizliğin ve istikrarsızlığın sebepleri; insani duygular dediğimiz sevgi, dostluk, merhamet gibi duygularda azalma var, aşırı bencilleşen insanlarda menfaat temelli hayat tarzı öne çıkıyor, bireyselliğin getirdiği toplumu hiçe sayma tutumu artıyor. İnsanlar arasında öfke ve gerilim gibi pek çok tutum öne çıkıyor.
Modern dönemin en acı sonuçlarının yaşandığı konulardan bir tanesi toplumun güven duygusunun örselenmesidir. İnsanların güvenerek yaptıkları yardımların kötü kullanımlarını görmeleri gibi durumlar toplumda güven bunalımını artıran saiklerden sayılabilir. Özellikle insanların emeklerini, paralarını ve sosyal sermaye olan güven duygularını çalan FETÖ gibi legal görünümlü illegal örgütler kendi iktidar, gizli amaç ve hedefleri için her türlü manevi sermayeyi kullandıklarının ortaya çıkması büyük bir güven krizine sebebiyet vermiştir. İlerleyen zamanlarda bu güvensizliğe dayalı sosyal travmaların etkisi bütün toplumsal yapıda kendini gösterecektir.
Bunun yanında bu ortamın oluşmasında iç ve dış pek çok faktörden söz edilebilir. Yaşanılan kayıplar, yenilgiler, kültür ve medeniyet dünyasının tarumar edilmesi, dinin bir değer kaynağı olmaktan ziyade seküler bir yaşamın öncelenmesi, Batıdan gelen güçlü meydan okumalara içsel cevaplar vermenin telaşı, yaşanılan bilinç yaralanmasının oluşturduğu doğal gerilim vb. pek çok başka sebep de sayılabilir.
Özellikle Batı toplumlarında İslam ve Müslüman karşıtlığı yani İslamofobi giderek artış göstermekte ve bu sebepten Müslümanlar bulundukları ülkelerde güvenlik konusunda çeşitli sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Batı toplumlarında yaşayan Müslümanların güvenliklerini sağlamak ve İslamofobinin önüne geçmek için neler yapılması gerekiyor?
İslamofobinin doğrusu İslam’ın ortaya çıkışından itibaren Müslüman dünyası ve Hristiyan dünyası olarak kurgulanan iki dünya arasında askerî, siyasi, ekonomik, dinî ve sosyo-kültürel çekişmelerden beslenerek başladığı bilinmektedir. Bu çekişmelerin hem teolojik hem de tarihsel korkularla ve kimliği canlı tutmayla yakında ilişkili olduğunda ise şüphe yoktur. Müslümanların hâkimiyeti İspanya’da geriliyorken bile, Türkler sayesinde Doğu Avrupa’ya doğru sürekli yayılıyordu. Bu sebeple Avrupa’nın, kuşatılmışlık duygusundan ve korkusundan hiçbir zaman kurtulamadığını söylemek yanlış olmaz
İslamofobinin temelini sadece dinî nedenlerde aramak yanlış olacaktır. Bu aynı zamanda siyasi ve tarihsel süreçlerle yakından ilişkili bir durumdur. “Yabancı” görülen her şeye karşı duyulan korku duygusu dini de kapsamıştır. Bu kapsamda yaşanan siyasal süreçlerin, soğuk savaş sonrası oluşturulmaya çalışılan konseptin ve Batı dünyasının içine düştüğü anlam krizinin büyük etkileri vardır.
İslam hâlâ Batı dünyasında en hızlı yayılan dindir. Manipülasyonların temelinde Batılı insanların “kimlik”lerini Hristiyani bir boyaya boyatma arzusunu, stratejilerini görmek mümkündür. İnsanları korkuyla yönetmek ve safları sıklaştırmak daha kolaydır. Bu durumda korkuyla gerilen bilinçler, korkunun karşıtı olan kendi değerlerine sığınacaklar ve orada da kültürel bellek devreye girecektir. Batı’nın kültürel belleğinde ise İslamofobiye ilişkin malzeme bulmak zor olmayacaktır. Eğer Batı’ya göç eden Müslümanlar her türlü kültürel ve siyasal yönleriyle Batı’ya teslim olsalardı sorun yaşanmazdı. Gücü ellerinde bulundurmalarına karşın modernizmin dayattığı hayat anlayışına direnen göçmen Müslümanların bu direncini, en güçlü olduğu kimlik üzerinden kırmak temel bir strateji olarak görülmelidir. Artık Batılı değerleri de açıkça bir tarafa bırakarak bu rahatsızlıklarını kendilerince hizaya getirme ameliyesi olan İslamofobi üzerinden yürütmektedirler. Aslında göçmenler özelinde bu durum, modernleşme sürecinde galip görünen Batı dünyasının, -din hariç pek çok alanda galip oldukları- “ötekilerle” eşit olmayı kaldıramadıkları bir korkuyu ve kompleksi ortaya çıkarmaktadır. Bunun dışavurumunun bir şekli de budur. Bir yönüyle teolojik ve tarihsel kaynakları itibarıyla galip gelemedikleri bir alanda en temel insani duygu olan korkuyla bastırma, yıldırma, değiştirme, içe kapatma gibi politik psikolojik mekanizmaları kullanarak Müslümanlarda özgüven problemi yaratmak istemektedirler.
Bu ön yargıları besleyen bir başka unsur da Müslümanların kendi dünya görüşü ve geleneksel yaşam tarzlarıyla artık Batı toplumlarının sosyal yapıları içinde kendilerine rol edinme çabalarıdır. Zira Müslümanlar artık Batı’da “konuk işçi” statüsünde olmayı reddetmekte ve kendilerini bulundukları ülkenin bireyleri olarak algılamaktadırlar. Bu durum Batı Avrupa’nın daha önce tecrübe ettiği bir “çokkültürlülük” değildir. Nitekim bu kavram etrafında geliştirmeye çalıştıkları siyasal söylemin iflasını bizzat yetkili ağızlar dile getirmişlerdir.
Ayrıca bir de içe dönük İslamofobi tehlikesi son zamanlarda gündeme gelmeye başlamıştır. FETÖ’nün toplumsal alanda ortaya çıkardığı korku, endişe, güvensizlik ve dinî, millî ve manevi değerleri istismara dayalı din anlayışı bahane edilerek içerde de bir korku tüneli ve dinî değerler üzerindeki konsensüsü parçalamaya dönük bir algı oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu yeni durumda toplumun kötü örnekler üzerinden değerlerden uzaklaştırılmaya çalışılması, irfani geleneğin kültürel kodlardaki derin ve anlamlı yerlerinin yok sayılması ve hatta topyekûn irfan dünyasını hedef alan söylemlerin iyi niyetli olmadıklarını görmek lazım. Dini kullanarak bir güç ve çıkar hareketi şeklinde organize olan yapılarla bin yıllık irfani geleneği olan dinsel yapıları eşit tutmak, onları da aynı pota içinde değerlendirmek medeniyet ve kültür kaynağımıza haksızlık olacaktır.
İslamofobinin bir anlamda Batı’nın kendi iç kamuoyuna yönelik mühendisliklerle de ilgisi olduğunu söylüyorsunuz. Bu halde sorunu çözmenin, İslamofobiyle başa çıkmanın imkânı daha mı zorlaşıyor?
Batı’da yaşanan İslamofobiyi yenmenin kesin bir çözümü olmamakla birlikte konunun birkaç boyutuna dikkat çekmek mümkündür. Öncelikle kendi tarihsel ve kültürel mirasımızdan süzülerek gelen din anlayışımızı yeniden ihya etmemiz gerekmektedir. Burada sufi geleneğin kendi bütünlüğü içinde iyi anlaşılması ve anlatılması önem taşıyor. Batı’da Mevlana’ya olan büyük ilgi bunun için bir ipucu olabilmektedir. Oysa biz biliyoruz ki dini böylesine geniş bir aşkla anlayan, yaşayan ve yaşatan bir medeniyetin tam ortasında duruyoruz. Bu irfani bilgi ve kültürü dışlamadan oluşturulacak olan vizyoner bir İslam düşüncesi İslamofobinin panzehiri olabilecek niteliktedir. Kimi modernistlerin bu büyük müktesebatı bir kalemde köşeye koymaları ancak selefi akımların ve İslamofobiden beslenen Batılı çevrelerin işine gelecektir.
Sembolik etkileşimci teoride insanların temasa geçmelerinin semboller ve anlamlar üzerinden yapıldığını ve bunun etkileşimlerle yeniden üretildiğine dair kabul vardır. Yani toplumsal kabuller tek başına hakikatin kendisi değildir, bireylerarası etkileşimler bu sürece tesir edebilmektedir. Bu yüzden iletişime girilmeli, İslam’a yüklenen anlamları doğrudan savunan pozisyonda değil; özgüven içinde kendi bütünlüklü ben idrakini yansıtıcı tavırlarla ilişki kurulmalıdır.
Bazı kişi veya grupların teori ve pratiklerinin İslam’ın imajına zarar verdiği görülüyorsa açık yüreklilikle bunları dile getirmeliyiz. Çünkü bu süreç, bir anlamda Batı medeniyetinin meydan okumalarına karşı bizim iç dinamiklerimize bağlı olarak geliştireceğimiz reflekslerle yakından ilgilidir. Bu meydan okumalara daha derin ve anlamlı cevaplar üretmemiz gerekmektedir. Bu cevapları üretemeyen medeniyetin sonu yenisinin ayak sesleri demek olacaktır. Çünkü bu ameliye bir yönüyle fikirlerin çatışmasından hakikatin doğmasına zemin hazırlayıcı görev görecektir.
Günümüzde tüm dünyada bir güven sorunu yaşanmaktadır. İnsanlar hem toplumsal anlamda hem de bireysel anlamda kendilerini güvende hissedemiyorlar, birbirlerine güvenemiyorlar. Çağımız insanı bu güven problemini nasıl aşabilir?
Küreselleşen dünyada en pahalı temel ihtiyaç güven eksenli gelişmektedir. Kişisel ve siyasal güvenlik için harcanan milyarlarca dolar bu değerin ne kadar da önemli olduğunu göstermektedir. Ancak aslında herkes, kendi kişisel güvenliğini tesis etmeye uğraşırken güvenliği ortadan kaldıran gerçek tehlikelere önlem almıyor.
Modern zamanda “ötekiyle karşılaşmalar”ın düşmanlık ve yabancılık üzerinden tanımlandığı günümüzde hiç kimsenin kendi güvenlik fanusu içinde rahatça yaşama imkânı kalmamıştır. Artık kişisel güvenliği tehdit edici davranış Londra’da, Paris’te, Moskova’da ve İstanbul’dadır. Küreselleşme “ontolojik güvenliğimizi”, yani kişisel kimliğimizin sürekliliğiyle, toplumsal ve maddi ortama duyduğumuz güveni tehdit ederken, öbür yandan da soyut toplumlardaki risk ve endişe ihtimalini hatta yoğun bir güven talebini arttırmaktadır.
Güven kendiliğinden oluşan bir durum değildir, biliyoruz ki insan için en temel ihtiyaçlardan bir tanesi güvenliktir. Ancak bu inşa edilen bir ihtiyaçtır. Bu yüzden güven ortamının olmadığı veya özgürlüklerin kısıtlandığı toplumlar tam da terör örgütlerinin istediği bir durumu işaret etmektedir. Bu yüzden yüksek güven kültürüne dayalı bir toplumsal yapıyı inşa etmede geç kalmamalıyız. Bu da karşılıklı sorumluluk bilinciyle mümince tavır geliştirmek, karşılıklı hak ve sorumluluklarımıza riayet ederek, sevgi ve saygıya dayalı toplumsal ilişkiler ağını bir arada yaşama bilinciyle geliştirmekle mümkün olacaktır.
En kestirme yollardan bir tanesi de toplumda güven hissinin oluşturmasında dinimizin şiarlarından olan selamın yerini anlamasından geçmektedir. Her ne kadar şuursuzca kullanıyorsak da selamın en önemli mesajlarından biri benden sana zarar yok, emniyet, güven içinde olasın, Allah’ın selameti de senin üzerine olsun şeklindeki güzel dua ve temennileri kapsamaktadır. Bunun yanında selam, iletişimi, sıcak diyaloğu, güven vermeyi, hatır sormayı, vefalı olmayı ve en önemlisi eminliği sembolize etmektedir. Bu yüzden selamın yaygınlaşması önemlidir.
İslam dünyasının bugün en ihtiyaç duyduğu husus; hayatın her alanında güvenin yeniden tesis edilip, huzur ve güven ortamının oluşturulmasıdır. Müslümanlar bunu başarmak için neler yapmalılar?
Güven insan ilişkilerinde en zor kurulan ve en kolay yıkılan duygudur. Bu yüzden güven bütün sosyal ilişkilerin temelidir. Eşler, kardeşler, çocuklarla ebeveyn, işverenle çalışanlar, yöneticilerle yönetilenler arasında, devlet ile fertler arasında ve kurumlar arasında işlerin yolunda gitmesi için güven gerekir. İnsan potansiyelini o zaman kullanabilir, güzel duygularını sergileyebilir, yapabileceklerini yapar, yenilikleri dener. Aksi hâlde ilişkiler mekanikleşir, hayat robotlaşır, maddi-manevi kazanç yolları kapanır.
Birbirine güven veren, güven duyan, ahlaki ve toplumsal güvenliği önceleyen bir ahlak sistemi geliştirmeliyiz. Güven için her yere kameralar yerleştirmek mümkün olmayacağına göre, her şeyi kuşatan ve görenin varlığını kalplere yerleştirmek lazım. Çünkü imanımız gereği, sürekli görüldüğümüzü ve her an denetlendiğimizi biliriz. Ve bir gün, yaptıklarımızın hepsinden hesaba çekileceğimize inanırız. Bu his ve inanç bizi güvensizlik verecek iş ve davranışlardan uzak tutacaktır.
İnsanlara güven aşılanmalıdır. Kendisine değer verildiğini gören insan, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışacaktır. Herkes hangi toplumsal statüde olursa olsun saygıya ve güvene layıktır. Zaten bir kişiye özelliklerinin farkında olunduğu ve bu yüzden kendisine saygı duyulduğu hissi verilirse, o kişi de özelliklerini geliştirmek isteyecektir. Hatta bazen istenilen özelliklerin kişide varlığını geliştirmek için ona öyle güven hissi vermek gerekir. Baştan çıkmış bir insanı yola getirmenin en iyi yöntemi, ona namuslu insan muamelesi yapmaktır. Aksi durumda hiç kimsenin birbirine güvenmediği ve gittikçe ağırlaşan toplumsal atmosferin insanı boşluğa sürüklediği durumla karşılaşmak mukadder olacaktır.
15 Temmuz’da ülke olarak bir güven zedelenmesi yaşadık. Toplumda yaşanan bu güven bunalımını aşmak ve yeniden bir güven toplumu inşa etmek için neler yapılmalı?
15 Temmuz bir yönüyle öyle görünse de aslında tam tersine milletin yeniden millet olduğunun, birbirlerine güvenmeleri gerektiğinin ve en büyük gücün de toplumumuzu bir araya getiren ortak insani, İslami ve millî değerler olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Çünkü darbe girişiminde en faal olarak karşı duran genç jenerasyon daha yakınlarda dünyevi, başıboş, disiplinsiz, hazırcı, sanal gerçeklik dünyasında ve anarşist değerler peşindeki gençler olarak değerlendiriliyordu. Bu enerji bu yönüyle çok büyük bir kazanımdır.
Çünkü bu yapı Diyanet İşleri Başkanı Sayın Görmez’in de vurguladığı gibi, eğitim modelinden geçen insanların kişiliklerini, aile sevgi ve saygısını, millet bağını, devlete sadakat duygusunu, tek vatan olduğu gerçeğini ve ümmet mensubiyetini zayıflatmış ve toplamda toplumsal sistemde dine dayalı bir güvensizlik kaynağı oluşturmuştur.
Fukuyama; sivil toplum, dayanışma ve toplumsal örgütlülüğün ürettiği güven ilişkilerini bir sosyal sermaye olarak ele alır. Sosyal sermaye bir toplumun gücünün en önemli kaynaklarından biridir. Ancak yıllarca bir sivil toplum hareketi, bir eğitim gönüllüsü hareketi olarak akademik yazında yer almış bu yapı, gelinen noktada akademik camianın bilimsel verilerine güveni sarstığı gibi sosyal sermayeye de büyük zarar vermiştir. Görünen o ki örgütün gönüllülük esası yanında sivil görünüm altında illegal bir yapılanmasının olduğu, alabildiğine iktidar odaklı ve bir istihbarat örgütü gibi aşırı disiplin içinde sırlı/gizemli örgütlenmiş bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum akademik verilere ve sivil toplum ruhuna olan güveni de sarsmıştır.
Artık şu hususu açıklıkla konuşma vakti gelmiştir. Toplumsal alanda sosyal sermayeyi oluşturan gönüllülük temelli dinî yapıların hemen tamamı, Türkiye’deki sert laiklik uygulamalarının sonucu olan “tedbir”, “takiyye”, “ilmi siyaset”, “düşmanın silahıyla silahlanmak” kelimelerinden oluşan bir bilincin kendini koruma refleksi etrafında bir dindar kişilik geliştirmişlerdir. Bu durumu isteyerek benimsemeseler de sistemin onlara dayatması ve çizdiği sınırlar bunu zorunlu hâle getirmiş olabilir. Ancak artık durum böyle değildir. Müslümanları ürküten, dışlayan ve rededen baskıcı siyaset ve sert laiklik artık terk edilmiştir. Dinî yapılar herhangi bir sapma pratiğine düşmeden özgürce tartışmalılar, yaşamalılar ve kurumsallaşmalıdırlar. Ancak bunun için devlet hakem rolünde bu yapıların özgürlük alanlarına müdahale etmeden işleyiş, amaç, uygulama ve hedefler konusunda denetlenebilir, şeffaf yapılara dönüşmelerini sağlamalıdır. Osmanlı Devleti’ndeki
Meclis-i Meşayih’in modern dönem versiyonu Batılı devletlerdeki devlet ve dinî gruplar ilişkileri de göz önüne alınıp geliştirilerek işlevselleştirilebilir. Bu bağlamda iç kamuoyuna dönük İslamofobi için de dikkat edilecek hususlar vardır. Öncelikle Ş. Mardin’in de isabetle söylediği gibi tarikatlar İslam’ın sivil toplum yapılarıdır. Bu yapılar eliyle toplumsal pek çok hizmet daha rahat ve yaygın şekilde kamuda yürütülmektedir. Ancak korkunun temeli olarak gösterilen bu yapıların gizli, sırlı, takiyyeye dayalı, çift kişilikli ve devlet aygıtını hedef alan söylem/planlar yerine sosyolojik açıdan sosyal hareketlerin apolitik ve merkezinde devlet olmayan toplumsal alanları dönüştürme hedeflerine kitlenmelerinin doğru olduğunu ifade edebiliriz. Ayrıca vurgulanmalı ki son 90 yılın travmatik ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ve dinsel şartlarının ortaya çıkardığı bu örgüt bahane edilerek bazı mihraklarca, asırlarca bu millete ruh veren irfani hareketleri hedefe koyma niyetleri büyük bir yanlış olacaktır.
Güveni yeniden ve güçlü bir şekilde temin etmek için Din Şurası Sonuç Bildirgesi’nde de dikkat çekildiği gibi tamamen itaat, sır, gizem, adanmışlık, karizmatik kişilik gösterisi ve çift şahsiyetlilik üzerine inşa edilen yapılardan uzak durulmalı ve varsa bu tür yapılar da 15 Temmuz sonrası sosyolojik zemine uygun dönüşüm yaşamaları şarttır. Aksi takdirde bu tür yapıların da pek çok politik psikolojik oyunun nesnesi durumuna düşecekleri gibi İslam toplumlarındaki ayrılığı derinleştirecek ve kültürel, ekonomik ve sosyal açıdan beşeri sermayeyi de sömürüye hazır hale getireceklerdir. Bu yapılırsa çağı yakalama ve geçme derdinde olan ülkemizin yeni 15 Temmuzlar yaşaması engellenmiş olacaktır. Unutulmamalı ki hürriyet sadece egemenlikle değil aynı zamanda zihniyetle de ilgilidir. Ancak paralel yapılanmalar şeklinde devlete alternatif plan ve hevesler içine girildiğinde devlet zaafa uğramakta, her grup kendi hedeflerini öncelemekte ve özgürlük de heder olmaktadır. Bu durumda güvenlik hissi zayıflayan birey için dayanak noktası yine kendi “güven adacığı” olan grubu olmaktadır. Bu da tek bayrak, tek devlet, tek vatan ve tek millet esasına büyük zarar verici niteliktedir.
Toplumda geçmişte olduğu gibi yeniden güvenin sağlanmasında “pedagojik istasyon” olarak gördüğüm Diyanet’e ve irfani geleneğin temsilcilerine büyük iş düşmektedir. Temelinde güven olan bir dinin müntesibi olanların, güvenin kaynağı olması gerektiği yerde kendini gizleyerek, kod adı kullanarak, helal-harama kendince fetvalar bularak, yalan söyleyerek, tecessüs ederek, kayırmacılık yaparak, mahremiyeti ihlal ederek nasıl gerçek bir güven kaynağı, pedagojik istasyon olmayı bekleyebilir. Kısaca bu yapılar E. Okumuş’un da işaret ettiği gibi sadece “Bana gel, kurtul.” yaklaşımını terk ederek “Kendine gel, kendini bil, kurtul; çünkü kendine gelirsen, kendini bilirsen, Rabbini bilirsin.” hikmetinin tebliğcileri asli görevlerine dönmelidirler.
Bu tür dinî yapıların toplumu bir kez daha aldatmasına fırsat vermemek için, din eğitim ve öğretim politikaları yeniden değerlendirilmeli ve bu çerçevede her seviyede din eğitimi ve öğretimi gözden geçirilmelidir. Bu bağlamda DİB’in topladığı Din ve Avrasya Şurası stratejik adımlar olarak bu yapının ülkemizde ve gönül coğrafyamızda sosyal sermayeye vermiş olduğu büyük tahribatın anlaşılması, tedbirlerin alınması ve gelecek inşası için oldukça anlamlı ve etkili durmaktadır.
Doç. Dr. Özcan GÜNGÖR (Kimdir?)
1977 yılında Çorum/Alaca’da doğan Güngör, ilkokul ve hafızlığını köyünde, ortaöğretimini ise Çorum İmam-Hatip Lisesi’nde 1996 yılında tamamladı. 1996 yılında girdiği Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi’nden 2001 yılında mezun oldu. Ulusal ve uluslararası çok önemli projelerde koordinatörlük ve araştırmacı olarak görevler yaptı/yapıyor. 2001- 2010 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığının değişik birimlerinde görev yaptı. 2010-2013 yılları arasında Atatürk Ü. İlahiyat Fakültesinde Yrd. Doç. öğretim üyesi olarak çalıştı. 2013 yılında naklen atandığı Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi’nde 2014 yılında doçent unvanı alarak ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Başkanı olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Çalışma alanları olarak dini gruplar özellikle Alevilik-Bektaşilik-Caferilik, göç, kimlik, ABD’de Türk Topluluğu, Aile, Yaşlılık, Değerler ve Cami çalışmalarıdır. Güngör evli ve üç çocuk babası olup, İngilizce ve Arapça bilmektedir.