Batı AraştırmalarıSosyoloji

SEKÜLERLEŞME ÜZERİNE ERTİT BAĞLAMINDA BİR DEĞERLENDİRME

 

SEKÜLERLEŞME ÜZERİNE ERTİT[1] BAĞLAMINDA BİR DEĞERLENDİRME

Bekir Şahin

Giriş

Türkiye ve diğer Hıristiyan olmayan ülkelerde yaşanan sekülerleşme süreçlerini anlamak için ihtiyaç duyulan yeni paradigmada Evrenselleştirilmiş Sekülerleşme Teorisi hangi dinamikler öne çıkmaktadır?

Bilim ve din arasında sıfır toplamlı[2] bir ilişki olmamasına rağmen, bilimin günlük hayata nüfuz edebilecek kadar yaygınlaştığı toplumlarda neden sekülerleşme görülmektedir?

Dünya haritasını önümüze aldığımızda dinden uzak ülkeler ile kapitalizmin baskın olduğu ülkelerin aynı olduğunu görüyoruz. Yani kapitalizm ne kadar artarsa, din de o kadar toplumsal hayattan uzaklaşıyor. Kapitalizm ve din arasında sıfır toplamlı bir ilişki olmamasına rağmen, kapitalizmin baskın ekonomik model olarak yaygınlaştığı yerlerde neden dinin prestiji azalmaktadır?

Din her geçen gün kent hayatında ‘yabancı’ hale geliyor. Üniversiteye gitmeden önce oldukça dindar bir hayat süren gençler, özellikle üniversiteyi farklı şehirlerde okuyorlarsa, dinden uzaklaşmaya başlıyorlar. Kentleşme ve din arasında sıfır toplamlı bir ilişki olmamasına rağmen, kentleşmenin arttığı yerlerde neden insanlar dinden uzaklaşmakta ve dinin toplumsal gücü azalmaktadır?

Genel itibariyle, ilahiyat disiplini almış kişiler tarafından ele alınan sekülerleşme kavramı, ilahiyat disiplini almamış bir kişi tarafından ele alınması bakımından inceleniyor olması, konunun farklı bir perspektifle işlendiğinin bir göstergesidir.

Sekülerleşme Kavramı ve Sekülerleşme Ne Demektir?

Sekülerleşme, belli bir zaman dilimi içerisinde dinin, dinimsi yapıların, batıl inançların ve halk inançlarının toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve topluma etki etme güçlerinin göreli olarak azalması demektir. Sekülerleşme, belli bir toplumdaki dinin etkisinin “eskiye” nazaran “az” ya da “çok” azalmış olmasıdır. O nedenle oldukça dindar bir toplum için dahi eskiyle kıyaslandığında “daha seküler” ifadesi kullanılabilir.

Sekülerleşme kavramı Türkiye’deki entelektüeller arasında popüler olsa da Türkiye toplumunun çok aşina olduğu, gündelik diline henüz yerleşmiş bir kavram değildir. Türkiye’de sekülerleşme kavramının uzun yıllardır layıkıyla tanınmıyor olmasında birbiriyle bağlantılı iki önemli sebep mevcuttur. Birinci sebep, Türkiye’de sıklıkla devlet ile din arasındaki ilişkiyi anlatmak için kullanılan “laiklik” ya da “laikleşme” kavramları sekülerleşme kavramının iddia ettiği şeyleri kapsayacak şekilde kullanılmamaktadır. Sadece sokaktaki insanlar değil birçok akademisyen ve köşe yazarı da sekülerleşme kelimesi yerine laikleşme kelimesini kullanmaktadır. İkinci sebep, sekülerleşme kavramı kullanılarak ifade edilebilecek konularda başka bir kavramın hakimiyeti, “muhafazakarlaşma” kavramı üzerinden inşa edilmiştir. Ancak Türkiye’de tartışılan esas konu Türkiye’nin sekülerleşip sekülerleşmediği değil, muhafazakarlaşıp muhafazakarlaşmadığıdır. “Türkiye sekülerleşiyor mu” ile “Türkiye’nin muhafazakarlığı azalıyor mu” soruları eş anlamlı sorulardır diyebiliriz.

Steve Bruce sekülerleşmeyi, bireylerin dini referans olarak sergiledikleri davranışların ya da sahip oldukları düşüncelerin azalması ve yukarıdaki birçok yazarın ifade ettiği gibi dini olmayan alanlarda –ekonomik, sağlık, eğitim- dinin eski hakim gücünün kırılması olarak görmektedir. Sekülerleşmeyi modern dünyada dinin yok olması olarak gören dünyanın oldukça saygın din sosyologlarından olan Peter Berger (1997) bir röportajında sekülerleşme ile ilgili olarak şunları söylemiştir:

“Bence, benim ve diğer din sosyologlarının 1960’larda sekülerleşme ile ilgili ifade ettikleri hata idi. Yani, modernleştikçe sekülerleşeceğini düşünüyorduk. Açıkcası o zamanlar çok da kötü durmuyordu iddia ettiğimiz şey zira kimi kanıtlar vardı. Ancak şu anda ifade etmeliyim ki iddia ettiğimiz şey yanlıştı. Dünyanın çok büyük bir bölümü an itibari ile seküler değil. Hatta oldukça dindar. Buna Amerika Birleşik Devletleri dahil. Bunun tek istisnasi ise Batı Avrupa. O nedenle günümüzde sosyolojideki en ilginç sorulardan biri “İran’da ki fundamentalizmi nasıl açıklarız?” değil, “Batı Avrupa’da yaşanan sekülerliği nasıl açıklarız?” olmalı.”

Sekülerleşmenin teorisyenlerinden biri olarak kabul edilen Harvey Cox, Sekülerleşmenin Yükselişi ve Düşüşü adlı makalesinde, sekülerleşme teorisinin çöktüğünü zira dünyanın her köşesinde dini canlanmanın olduğunu iddia etmektedir.

Sekülerleşme Ne Değildir?

Buraya kadar sekülerleşmenin ne olduğuna dair ortaya konan bazı tanımları inceledik. Ancak sekülerleşme kavramını daha net şekilde ifade edebilmek, özellikle Amerikalı din sosyologlarının iddia ettikleri ve Türkiye’de de taraftar bulan “sekülerleşme eşittir dinin yok olması” şeklindeki genel algının yanlışlığını gösterebilmek ve –özellikle Türkiye’de karıştırılmasından dolayı- onun laiklik ya da laikleşme gibi kavramlardan farkını ortaya koymak için sekülerleşmenin ne olmadığından bahsedilmesi gerekmektedir.

Sekülerleşme, inançsızlaşmak ya da dinsizleşmek demek değildir. Sekülerleşen bir toplumda bireyler halen ilkel, milli veya evrensel dinlerden birine mensup olabilir ve dini ritüellerini yerine getirebilirler ve hatta çok gözlenmese de din inancına sahip olanların sayısında artış dahi olabilir. Sekülerleşme ve dinsizleşme iki ayrı olgudur. Muhakkak ki sekülerleşme süreci sonunda birçok kişi dinden tamamen uzaklaşabilir ve inançlarını kaybedebilir. Zira Bruce, bu iki sürecin birbirini etkileyen süreçler olduğunu, dinin toplumsal açıdan prestijinin ve gücünün azalmasının (sekülerleşme) aynı zamanda din inancı olan insan sayısında da azalmaya neden olabileceğini belirtir. Ancak bu görüşte dahi sekülerleşmenin son noktasının dinsizleşme olduğu ifade edilmez.

Sekülerleşme bireyin özel inancını sorgulamamaktadır. Fakat bireyin inandığını ifade ettiği kutsalın emir, yasak ve tavsiyelerin kişinin hayat pratikleri üzerindeki görünür etkisinin azalıp azalmadığını sorgulamaktadır.

Sekülerleşme laiklik ya da laikleşmek değildir. Laik kelimesi Latincede din eşleriyle ilgisi olmayan anlamındaki laicus kelimesi ile Yunancadaki halktan olan anlamındaki laikos kelimelerinden türemiştir. Laiklik, din ile devlet arasındaki ilişkiye dair siyasi bir ilke ve projedir. En geniş anlamı ile laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin kontrolülde olan eğitim, sağlık, güvenlik, hukuk, ekonomi gibi alanlarda herhangi bir dini grubun söz sahibi olmaması, devletin iç ve dış politika için alınan kararlarda belli bir inanç grubunun çıkarlarını gözetmemesi, hiç kimsenin bağlı olduğu dini inançtan dolayı devlet kadrolarından uzaklaştırılmaması ya da bürokraside yükseltilmemesi, yani kısaca devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olması demektir.

Tarihsel olarak, 1789 Fransız Devrimi ve 1923 Türk Devrimi ile yaşanan laiklik deneyimleri, belirtilen laik kavramının anlamının ötesinde bir olgunun doğmasına neden olmuştur. Hem Fransa’da hem de Türkiye’de laiklik yukarıda ifade edildiği gibi sadece din ve devlet ayrımını değil, aynı zamanda devletin din üzerindeki hegemonyasını da ifade etmektedir. Türkçeye laiklik olarak giren kelime laicite kelimesidir. Fransız devrimindeki asıl amaç din ve devleti birbirinden ayırmak değil, dini yok etmek, yok olmayacaksa da onu devletin hegemonyasından çıkamayacağı bir duruma geriletmek idi. Türkiye’de laiklik adı altında yaşananlarda Fransız düşünce yapısından etkilenen genç Cumhuriyet’in kültürel ve siyasi etkinliğe sahip yeni entelektüelleri 1923’te kurdukları rejim için Fransız tarzı bir yapı benimsediler. Yeni Türk devletinin entelektüelleri, yaratmak istediği yeni devlet ve toplumda laiklik adı altında din ve devlet işlerini birbirinden ayırmaktan çok, dini sembolleri hayattan uzaklaştırmak ve dini olan her şeyi devlet kontrolü altına almak istedi.

Genellikle devrimsel süreçlerde yukarıdan dayatılan dinsizlik ya da dini hayattan uzaklaştırma çabaları, dinin toplumsal etkisini azaltabilir. Ancak böyle bir sürecin sekülerleşme süreci ile çok ilgisi bulunmamaktadır. Seküler yaşam tarzını empoze etmek insanları daha seküler yapmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren 2000’li yıllara kadar laiklik ilkesi adı altında yaşadıkları sekülerleşme tezinin alanına girmemektedir. Sekülerleşme, laiklik gibi dayatılan bir proje değil, kendine özgü dinamikleri olan bir süreçtir.

Etimolojik Neden

Laiklik kavramının tanımı ile ilgili ikinci sorun etimolojiktir. Cermen dillerinde din ve devlet ayrımı sekülerizm kelimesi ile ifade edilir. Sekülerizm seküler yaşam tarzını ve seküler bir devlet sistemini olumlayan, bunu savunan, daha iyi bir dünya için sekülerleşmek gerektiğini iddia eden ideolojinin ismidir. Bir siyasi duruş olan sekülerizm, bir sürecin ismi olan sekülerleşmeden oldukça farklıdır. Sekülerleşme var olan bir toplumsal sürecin adıdır, sekülerizm ise bu dönüşümü onaylayan ve olumlayan siyasi bir doktrindir. Bu etimolojik faklılığı ve karışıklığı ortadan kaldırmak için Ahmet Kuru (2007) “dışlayıcı” ve “pasif” kelimelerini kullanmaktadır. Bu durumda, daha önce ortaya konan tanımı “demokratik laiklik veya demokratik sekülerizm” şeklinde ya da “pasif laiklik veya pasif sekülerizm” şeklinde ifade etmek daha açıklayıcı olacaktır. Kuru ve Mohanty’e göre Türkiye ve Fransa gibi ülkelerde dışlayıcı ya da hegemonik sekülerizm (laiklik) hakimken, Batı Avrupa ülkelerinde pasif ya da demokratik sekülerizm (laiklik) gözlenmektedir.

Laik Devlet-Deseküler Toplum/Dini Devlet-Seküler Toplum

En geniş anlamıyla laiklik, din ve devlet arasındaki ilişkiye, sekülerleşme ise din ve toplum arasındaki ilişkiye dairdir. Zira laik devletlerin seküler olmayan toplumları ya da seküler toplumların laik olmayan devletleri olabilir. ABD’de George Washington, Thomas Jefferson, Benjamin Franklin gibi kurucular henüz devlet kurulurken din ve devlet işlerini birbirinden ayırmış ve yeni dünyayı din özgürlüğü üzerinde temellendirmişlerdi. Ancak ABD’de devlet inançlara karşı olumlu ya da olumsuz herhangi bir pozisyon almazken Amerika’nın kendine özgü dinamiklerinden dolayı toplumun dini hassasiyetleri oldukça yüksek ve kiliseler gitme oranları aynı gelişmişlik düzeyinde diğer Avrupa ülkelerine kıyasla oldukça fazladır. Bunun yanında İran Cumhuriyeti 1979’dan beri şeriatla yönetilmesine rağmen toplumun bir kesimi seküler yaşam tarzına sahiptir.

Toplumların sekülerleşmesi, devletin laikleşmesi gibi kanunla olacak, belli bir proje içerisinde gerçekleşebilecek bir proje değildir. O nedenle ifade edilmelidir ki, Türkiye laik bir devlet olarak kurulmaya çalışılmış olsa da 1930’ların yönetici elitlerinin çıkardığı yasalar –aynen İran’da tersinin yaşanabildiği gibi- uzunca bir müddet halkın kendi dinsel yaşamını devletin göremeyeceği yerde sürdürmesine neden olmuştur.

Evrenselleştirilmiş Klasik Sekülerleşme Teorisi

Klasik sekülerleşme teorisinin savunucularının iddia ettiği şey, Avrupa, ABD, Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi ülkelerin sekülerleşmesinin sebebi modernleşme sürecidir. Teorinin savunucuları teorinin evrensel bir iddia taşımadığını, aynen Weber’in Protestan Ahlakı tezinde olduğu gibi, bu teorinin de belli bir tarih aralığında ve belli bir coğrafya içinde din-toplum-modernleşme arasındaki ilişkiyi açıklamak için kullanıldığını ifade etmişlerdir. Bu tarihsel kısıtlama Protestan Reformu’nu başlangıç olarak kabul ederken, coğrafi olarak da Avrupa ülkeleriyle Avrupa kökenli yukarıdaki ülkeleri kapsamaktadır. Dahası bu teorinin, zaman ve mekandan bağımsız olarak dünyanın her köşesine uygulanabilecek ve evrenselleştirilebilecek bölümleri öne çıkarılmaya çalışılmıştır. Böylece revize edilmiş yeni teorinin, tarihinde Protestan Reformu’nu yaşamamış, hatta hiçbir şekilde Hıristiyanlıkla ilgisi olmayan Türkiye gibi ülkelere de uygulanabilecek şekilde evrensel bir nitelik taşıyabileceği öngörülebilir.

Belli bir toplumun sekülerleşmesinin ya da desekülerleşmesinin altında yatan nedenleri anlamak için evrensellik iddiası olan teorilerden çok o bölgenin kendine özgü koşullarını hesaba katmanın daha doğru olduğu düşünülebilir. Zira her ne kadar sekülerleşme teorisi genel bir ifadeyle modernleşen Avrupa ülkelerinin sekülerleşmesinden bahsetmekte ise de, farklı Avrupa ülkelerinin ve en az Avrupa ülkeleri kadar modernleşmeyi yaşamış Amerika Birleşik Devletleri’nin birbirinden farklı sekülerleşme derecelerine sahip olduğunu bilmek bahsi geçen düşünceyi güçlendirmektedir.

Bruce, 2011 yılında yayınlamış olduğu “Gözden Düşmüş Bir Teorinin Savunucusu, Sekülerleşme” adlı kitabında sekülerleşme paradigmasının bir şemasını çizmiştir. Bruce’un paradigması, Avrupa toplumlarının sekülerleşme sürecine oldukça detaylı ve başarılı bir açıklama getirmiş olsa da, yerel bir görünüm arz etmektedir. Zira tarihinde Protestan Reformu bulunmayan Türkiye, Japonya, Güney Kore ve diğer modern ülkeler bu şemaya bakılarak değerlendirilememektedir. Bu yeni paradigmanın, yerelleştiren ve zamansal kısıtlamaları revize edilerek, dünyanın en ücra köşesine uygulama olanağı elde edebiliriz.

Evrenselleştirilmiş Sekülerleşme Teorisi

Dinin toplumsal etkisinin azalmasının ya da artmasının birden çok sebebi olabilir. Söz konusu Avrupa ve Avrupa kökenli toplumlar ise, birbirinden bağımsız olmayan, farklı zamanlarda ortaya çıkmış olsalar da birbirlerinin ortaya çıkmasında tetikleyici olan şu yedi dinamik üzerinde durulması gerekir. Rönesans (15. Yüzyıl), Protestan Reformu (16. Yüzyıl), mutlak monarşilerin ortaya çıkışı (16-17. Yüzyıl), bilimsel devrim (17. Yüzyıl), Aydınlanma çağı (18. Yüzyıl), endüstriyel kapitalizm (18-19. Yüzyıl) ve kentleşme (19. Yüzyıl). Bu tarihsel gelişmelerin Avrupa’da ve diğer ülkelerde neden olduğu büyük değişime modernleşme denmektedir. O nedenle söz konusu, Avrupa’da dinin toplumsal hayattan uzaklaşması ise (Avrupa Sekülerleşmesi), Bruce’un paradigmasının oldukça isabetli bir yaklaşım sergilediğini ifade edebiliriz.

Yukarıda belirtilen yedi tarihsel olgu başka ülkelerde birebir Avrupa’daki gibi ortaya çıkmamış olsalar da, aralarından bazılarının deneyimlenmesi Avrupa dışındaki kimi Hıristiyan olmayan ülkelerin de sekülerleşmesine neden olmaktadır. Bu nedenle Bruce’un Avrupa paradigmasını evrenselleştirebilmek için –böylece Türkiye’ye de uygulayabilmek için- bu yedi tarihsel olgudan özellikle üç tanesinin öne çıkarılması gerekmektedir. Bu üç dinamiğin ortaya çıktığı toplumlarda –baskın dini kültürden bağımsız olarak- sekülerleşmeye neden olması kuvvetle muhtemeldir; bilimsel gelişmelerin yaygınlaşması, endüstriyel kapitalizm ve kentleşme.

Bu üçünün öne çıkmasının başlıca iki sebebi vardır. Birinci sebep, bu üç tarihsel gelişme dünyanın en ücra köşesinde dahi, Protestan Reformu’ndan tamamen bağımsız şekilde ortaya çıkabilirler. Avrupa’da Protestan Reformu’yla ortaya çıkan ‘bireycilik’ ve ‘kapitalizm’ bu reformun yaşanmadığı ülkelerde de görülebilir. Aynı şekilde bilimsellik teknolojiyle, kentleşme de tüm bu gelişmelerin sonucu olarak görülebilir. Türkiye, Japonya ya da Güney Kore gibi ülkelerin bu üç aşamadan hareketle sekülerleşme eğilimleri açıklanabilir.

Kısacası, evrenselleştirilmiş yeni paradigma, bir toplumda bilimsel gelişmeler gündelik yaşama nüfuz edecek kadar yaygınlık kazanmış ise, baskın ekonomik model özel teşebbüse dayanan endüstriyel kapitalizm ve geçmişe nazaran kentleşme oranı artmış ise o toplumun sekülerleşeceğini iddia etmektedir. Yani, bu üç dinamiğin etkisiyle insan yaşamında dini değerlerin öneminin eskiye nazaran azalacağına, toplum içinde ruhani şeylere karşı kayıtsızlığın artacağına ve dini kimliklerin toplumsal alanda daha az belirleyici role sahip olacağına vurgu yapmaktadır.

Protestan Reformu’yla birlikte bireyler, Katolik toplumuna kıyasla kendilerine uygun inanışa yönelme konusunda daha özgürdürler. Din adamlarının hiyerarşik statüleri tanınmamaya başlanmış, yaratıcının gözünde tüm bireyler, sadece insan olmaktan kaynaklı eşit duruma gelmişti. Yaratıcı karşısında eşitlenmek, toplumsal hayatta da bireylerin eşitlenmesine yardımcı olmuştu. Protestanlık Reformu’yla yükselen bu bireycilik ağır dini yapının çözülmesine neden olmuştu.

Bruce’a göre, dini çeşitlilik herhangi bir dinin doğruluğuna olan inancın da güç kaybetmesine neden olacaktır. Eğer belli bir din toplumdaki herkes tarafından kabul edilmiş ve kimlik haline girilmiş ise, onun ikna ediciliği daha yüksek olacaktır. Bir inancın herkes tarafından kabul görmesi onun sorgulanması mümkün olmayan bir noktaya taşınmasına neden olabilmektedir. Aynı şekilde baskın inanç sisteminin Sünnilik, Protestanlık, Katoliklik ya da Yahudilik olduğu bir yerleşim yerinde doğanların toplumsallaşma nedeniyle bahsedilen baskın dini inancın üyesi olmaları beklenir. Zira herkes tarafından kabul gören inançlar daha ikna edicidir.

Bruce’un Paradigmasına Eleştiriler

Bruce’un Protestan Reformu’nu baz alarak ifade ettiklerinin Avrupa sekülerleşme sürecini hızlandırdıkları yadsınamaz bir gerçek olmakla beraber, dünyanın farklı dini yaşantılarında böyle bir dönüşümün yaşanacağına dair yeterince örnek olduğu konusunda kimi soru işaretleri ortaya çıkmaktadır. Özellikle Müslüman toplumlarda farklı mezheplerin birbiriyle mücadelesi, farklı inanç gruplarının ortaya çıkması, cemaatleşme ve herkesin en doğruyu iddia etmesi Bruce’un iddia ettiğinin aksine dinsel anlamda daha ateşli bir kültürün ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Yer yer dinin toplumsal gücünün de bu çatışmalardan beslendiğine dair gözlemler yapmakta mümkündür.

Ancak, bu çatışmaların yaşandığı toplumların ortak özelliklerine bakıldığında, endüstriyel kapitalizmle görece olarak henüz tanışmamış olmaları ya da yeni yeni tanışmakta olmaları, kentleşme oranının düşük olması ve bilimsel gelişmeleri kendi toplumlarında uygulamayacak kadar fakir olmaları göze çarpmaktadır. O nedenle tekrar edilmelidir ki, Bruce’un paradigması Avrupalı Hıristiyan toplumlar için oldukça tutarlı açıklamalar getirmekteyse de bu haliyle bu dünyanın başka bölgelerinde yaşanan sekülerleşme veya desekülerleşme süreçlerini anlamamız konusunda yeterince yardımcı olamamaktadır.

Evrenselleştirme Paradigması Ne Değildir?

-Evrenselleştirilmiş sekülerleşme paradigması lokal değildir.

-Evrenselleştirilmiş sekülerleşme paradigması ilerici ya da sekülerist bir ideoloji değildir.

-Evrenselleştirilmiş sekülerleşme paradigması merkezinde ibadet etme sıklığı yoktur.

-Evrenselleştirilmiş sekülerleşme paradigması dinsiz bir topluma ulaşacağını iddia etmez.

-Evrenselleştirilmiş sekülerleşme paradigması toplumların aynı şekilde ve aynı hızda sekülerleşeceğini iddia etmez.

-Evrenselleştirilmiş sekülerleşme paradigması “sadece” tek tanrılı dinlerin toplumsal gücünün azalmasından bahsetmez.

Wilson ve Bruce, Comte’un iddia ettiğinin aksine, toplumların dinsizleşeceğini ve dinsizleşen toplumun en doğru noktaya ulaştığını iddia etmemektedirler. Aksine, sekülerleşmenin bir toplumu daha huzurlu ya da daha mutlu yapacağına dair elimizde bir çalışma yok. Sekülerleşme paradigması toplumların sekülerleştikçe daha ileri bir düzeye kavuştuklarını iddia etmez. Wilson, sekülerleşmenin daha ilerici olmadığını, hatta huzursuzluğa neden olabileceğini ifade eder. Dahası, bir yaratıcının varlığına olan inanç, iman ve ona yakın hissetmek bireysel anlamda huzur ve mutluluk getirici olabilir.

[1] Volkan Ertit, Sekülerleşme, Liberte Yayınları: Ankara

[2] Eğer iki ‘şey’ arasında toplamlı bir ilişki varsa, birinin belli miktardaki bir kazancı diğerinin aynı miktarda kaybı anlamına gelmektedir. Örneğin bir dilim pasta varsa ve iki kişi bunu paylaşacaksa, bir tarafın yediği miktar arttıkça diğerinin ki azalacaktır.

Etiketler
Daha Fazla Göster

Andcenter Editör

Çankırı İli, Orta İlçesi Kalfat Kasabası’nda 1993 yılında dünyaya geldi. İlköğretimi kendi köyünde tamamladı. 2007 senesinde Tevfik İleri Anadolu İmam-Hatip lisesine kayıt oldu. 2011 senesinde Tevfik İleri Anadolu İmam-Hatip Lisesi'nden mezun oldu. Aynı sene Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine başladı. 2016 yılında Ankara İlahiyat’tan mezun oldu. Aynı sene Ankara Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Sosyolojisi bölümünde yüksek lisansa başladı. Yüksek Lisans eğitimini Ankara Yıldırım Beyazit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Sosyolojisi Bölümü’nde tamamladı. Şuan aynı enstitüde doktora eğitimine devam etnektedir. Gaziantep ili, Şahinbey ilçesinde 2017-2018 Eğitim-Öğretim yilinda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği görevini yaptı. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim dalında Arş. Gör. olarak çalışti.Suan Ankara Yıldırım Beyazit Üniversitesi İslami ilimler Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışmaya devam etmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı