Yoksulluk, uzun yıllardan beri var olan toplumsal bir sorundur. Günümüzde bu sorun katlanarak devam etmiş ve daha büyük küresel bir soruna dönüşmüştür. Şehirleşmeler, adaletsiz gelir dağılımı, çağa uygun eğitim olanaklarından yoksun olma vs. geniş yoksul kitlenin ekonomik temponun gerisinde kalmalarının sebepleridir.
Yoksulluk kültürü, önüne çıkan eğitim, iş ve çalışma fırsatlarına karşı duyarsız, içinde bulunduğu şartların değişmesi için pek gayret sarf etmeyen, geleceği düşünerek ona göre tedbir almayan ve sadece günü kurtararak yaşamaya çalışan ebeveynlerin ve bu ortamda büyüyen çocuklarının, kültürel olarak donanımsız, özgüvensiz, kaygısız ve kayıtsız olmalarına yol açan inanç, duygu ve değerlerdir.
Tarih ve geleneğin etkisinde yoksulluk kendi kültürünü ortaya çıkarmıştır. Bu çerçevede ortaya çıkan yoksulluk, yoksulluğun hem sebebi hem de sonucu olmuştur. Bazı dini inançlar, felsefe, ideolojilerin böyle bir kültürü canlandırdıkları söylenebilir. Bu etkenler ekonomik sebebin yoksulluğun zeminini oluşturması maddesini geride bırakmaktadır. Günümüzde hem ekonomi hem de kültürden beslenen çağdaş yoksulluk geçmişin sıradanlaşmış toplumun yoksulluk sorununu geride bırakarak küreselleşmiş bir dünya sorunu haline getirmiştir.
Yoksulluk rasyonalitesi farklıdır, yoksulluğu sonraki nesillere aktarım farklıdır. Dini açıdan “bir lokma bir hırka” sözü yanlış yorumlanmaktadır. Yoksulluk bu tarz söz öbekleri ile kriz zamanlarında yüceltilmiştir. Arapça kökenli olan “Adem” kelimesi yalınlığı ifade etmektedir. Nakşi gelenek bu kelime üzerinden fakirliği yüceltmiş ve ona teşvik etmiştir.
Yoksulluk yüceltilmemelidir. Nitekim Hz.Peygamber’in yoksul olmadığı aksine Hz. Peygamber bir armatörün eşi olduğu bilinir. Yoksulluk üzerine uydurulan hadisler günümüzde mevcuttur. Tasavvuf ehlinin yoksulluğa teşviki çalışma ve gayreti bırakmak değil nefis terbiyesine yöneliktir. Nitekim çoğu tasavvuf ehli gayet başarılı ve zengin iş adamlarıdır.
Bugün dünyada 1 milyar Türkiye’de ise 14 milyon insan günlük 1 doların altında gelirle yaşamaktadır. Bu demek oluyor ki dünyada 200 milyon Türkiye’de ise 3 milyon insan mutlak yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Milyonlarca insan eğitim, sağlık gibi temel hizmetlerini karşılayamıyorken, gıda ve temiz su gibi temel ihtiyaçları da karşılanamıyor. İnsani gelişmişlik ölçütü açısından bakıldığında Türkiye’nin ekonomik açıdan yüzde yirmisini oluşturan bu toplumsal kesim için durum hiç de iç açıcı gözükmemektedir.
TÜRKİYE’DE YOKSULLUK
Yoksulluk bir ülkede yaşayan insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamama durumudur. Dar anlamda yoksulluk açlıktan ölme sınırı ile barınacak yeri olmayanları tanımlar. Geniş anlamda ise gıda, giyim, barınma gibi imkanları hayatlarını değiştirmeye yetebildiği halde toplumun genel standartlarının gerisinde kalmaktır. Bu ayrım literatürde mutlak ve göreli yoksulluk olarak kabul görmektedir. Mutlak yoksulluk, bir toplumda yaşayan bireyin en temel beslenme, barınma ve güvenlik ihtiyaçlarının bile karşılanamaması durumudur. Göreli yoksulluk, toplumun farklı kesimlerinin sahip oldukları kullanılabilir kaynakların veya edindikleri tüketilebilir mal veya hizmet miktarının toplumun geneliyle veya referans aldıkları gruplarıyla karşılaştırılınca yoksul kabul edilmeleridir. Uluslararası göstergelerde ortalama 1 ABD Dolarına eşit günlük harcama düzeyi mutlak yoksulluk sınırı kabul edilir. Göreli yoksullukta ortalama gelirin belirli bir oranı altında geliri olan bireylerin nüfus toplamına olan oranı ölçüt alınır.
Türkiye’de yoksulluk burada belirtilen çeşitleriyle birlikte vardır. Yoksulluk son derece belirgin olarak ekonomik tarihsel ve sosyolojik faktörlere sahiptir. Türkiye ekonomisinde profesyonel işgücü sağlayan kişi sayısı 17 milyondur. Bu işgücü 2001 ekonomik krizinde bir buçuk milyon eksilmiştir. Türkiye Avrupa’da en fazla eğitimli genç işsizlerin ülkesidir. 2000’li yılların başında yoksulluk sınırı 1784,90 TL’dir.
Ekonomik faktörün yol açtığı yoksulluk nüfusun ortaya koyduğu karakteristiklerinde izlenebilir. Türkiye’de nüfus %20’lik dilimler halinde 5 ayrı kategori oluşturur. Nüfusun her diliminde yaklaşık 14 milyon nüfus bulunmaktadır. En fakir yüzde 20’lik nüfus dilimindeki 3 milyon 290 bin aile, yılda 5.3 dolar tüketim harcaması yapıyor. Bunun anlamı en fakir aileler yılda 1.625 dolar, ayda 235 dolar harcama ile yaşamlarını sürdürmekteler.
Türkiye İstatistik Kurumunun 2009 yılında yaptığı “Yoksulluk Çalışması Sonuçları” na göre Türkiye’de yoksulluk oranı %18,08’dir. 2009 yılında fertlerin yaklaşık %0,48’i yani 339 bin kişi sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının, %18,08’i yani 12 milyon 751 bin kişi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. 2009 yılında, 4 kişilik bir hanenin aylık açlık sınırı 287 TL, aylık yoksulluk sınırı ise 825 TL olarak tahmin edilmiştir.
TÜİK’e göre hanehalkı büyüklüğü arttıkça yoksulluk riski artmaktadır. 2009 yılında hanehalkı büyüklüğü 3 veya 4 kişi olan hanelerde bulunan fertlerin yoksulluk oranı %9,65 olurken, 7 ve daha fazla kişiden oluşan hanelerde fertlerin yoksulluk oranı %4,05 olarak hesaplanmıştır. 7 ve daha fazla kişiden oluşan hanelerden kentsel yerlerde oturanlar için yoksulluk riski %25,21 iken kırsal yerlerde bu oran %54,06’dır.
Bu veriler çok çocuklu aileler için ciddi bir yoksulluk olduğunu göstersede geleceğe dönük olarak bakıldığında çocukların büyüyerek iş bulmaları sonucu oluşacak gelir kaynağı yoksulluk oranını ciddi bir ivme ile düşürecektir. Öz bir anlatım ile az çocuklu aileler yoksul sınıflamasında daha az bulunuyor olarak gözükmetedir ancak bulundukları gelir dağılımı yıllara göre çok fazla bir değişiklik göstermeyecektir. Çok çocuklu aileler ise çocuklarının büyüyüp iş bulması sonucu gelir dağılımında adeta bir atlama yaşayacaklardır.
TÜRKİYE’DE YOKSULLUĞUN TEMEL BOYUTLARI
Türkiye Cumhuriyeti’nin, Cumhuriyet öncesinden devraldığı bir yoksulluk olgusu ve kültüründen söz edilebilir. Uzun savaşlar sonucu ortaya çıkan toprak kayıpları bu topraklarda insan hareketliliğinin başlıca nedenleri arasındadır. Mono-kültürel tarımın değer kaybı ile birleşen göçler kırsal sakinlerin kentlere yığılmalarına neden olmuştur. Cumhuriyete intikal eden bu tarihsel gerçekler bin dokuz yüz elliler Türkiye’sinde yoğunlaşan kente göç hareketiyle yoksulluğu üreten ve geliştiren bir demografik dalga olmuştur. Bu dönemin ana karakteri hızlı nüfus artışı ve tarımsal ekonominin geleneksel aile işletmelerini dolayısıyla nüfusu besleyecek yeterlikten yoksun oluşudur. 1945 yılında 18,9 milyon olan ülke nüfusu 2020 itibariyle 86 milyona ulaşmıştır. 1945’te kent olarak adlandırılabilecek yerleşim birimlerinde 4.7 milyon insan yaşarken bugün 79,8 milyonu aşkın kişi kentlerde yaşamaktadır. Sonuç itibariyle Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında %25’i köylerde yaşayan tarım ağırlık bir ülkeden %92’si kentlerde yaşayan ülke haline gelmiştir.
Kentlerin yeni sakinleri vasıf gerektirmeyen işlerde çalıştılar: Taşeronluk, inşaat işçiliği, işportacılık, garsonluk, odacılık, kapıcılık, seyyar satıcılık vs. öte yandan kent hayatının aynı zamanda yeni sorunlarının da öznesi oldular. Adı yoksullukla anılan gecekondu ve varoş olgusu bu sürecin sonunda ortaya çıktı ve gelişti. Bugün mevcut nüfusun 15 milyonunun gecekondularda oturduğu tahmin edilmektedir. Son yıllarda gerçekleştirilen kentsel dönüşüm faaliyetleri bu sayıyı yarı yarıya düşürmektedir.
Türkiye’de gecekondu tarihsel faktörle birlikte yoksulluğu besleyen önemli bir kaynak olma özelliğini sürdürmektedir. Esasen bu olgu yalnızca Türkiye gerçeğini değil 2. Ve 3. Dünya ülkelerinin başta gelen sorunudur. Yoksul ve vasıfsız insanları kentlere çeken toplumsal gerçeklik önemini korumaktadır. Bu çekimle oluşan yeni dünya kentleri yani nüfusu on milyona aşan mega kentler açlık, evsizlik, işsizlik gibi devasa kent sorunlarıyla karşı karşıyadır. Vasıf gerektirmeyen işlerde çalışan milyonlar kentlerde gerçek ekonominin oluşmasını engellemektedir. Bu olgu giderek kentlerdeki yoksulluğu kırsal yoksulluktan daha tehlikeli hale getirmektedir.
Türkiye’de sosyal sermayeye nitelik, yön ve doğrultu kazandıran toplumsal etkenler (alışkanlıklar, toplumsal değerler, inançlar ve felsefeler) görünür bir yozlaşma yaşamaktadır. Bu durum değişimin temposu arttıkça daha da belirginleşmekte başta yoksulluk olmak üzere ülkenin toplumsal sorunlarını arttırmaktadır. Eğitim yetersizliğinin üzerine gelen vasıfsızlık ve mesleksizlik yoksulluğun görünen kollarından biri olarak yozlaşmanın debisini derinleştirmektedir. Bu tablonun ortaya çıkardığı Türkiye fotoğrafının her bir karesini oluşturan yanlış değer ve toplumsal kabuller şöyle sıralanabilir:
- Çalışma ve iş, değerlerin kaynağı olarak görülmemektedir. “Şans”, “tanıdık”, “torpil” ve “ilişki” gibi etkenleri daha işlevsel hale getiren bir toplumsal sistem öne çıkmaktadır.
- Toplumsal sistem çalışmayı ve performansları değil de ilişkileri ödüllendirmektedir. Bu durum geniş kitlelerde çalışmanın getireceği sonuçlara karşı kuşku ile yaklaşan bir tutuma yol açmaktadır.
- Bilgi ve eğitimi değerlerin kaynağı olarak görmeyen kitleler yaşama stratejilerini kültürel ilişkileri üzerinde geliştirmeyi daha çok gerçekçi ve tercihe şayan görmektedirler. Tanıdıklarıyla iş yapmak, tanıdıklarına iş yapmak ve yaptırmak gibi adeta akraba kültür yaratan bu ağ performansa ve uzmanlığa değil de mensubiyetine güvenen bir değer üretmektedir.
- Hemşehrilik ve toplumsal mensubiyet duygusu yaşamı kolaylaştıran himayeci bir kültürel değer haline getirilmiştir. Gecekondulaşma ve hatta gettolaşmanın da nedeni olan bu değer, himaye ve onun kanatlarının yeterli bir dünya olarak algılanmasının bir nedenidir. Himaye sultasının sunduklarıyla yetinen kanaatkâr insan profilinin sınırlarını çizen bir ilişki biçimidir bu.
- Kolay para kazanma duygusu bu yoldaki somut örneklerden güç almaktadır. Geniş kitlelerin bu görünür eğilimi başta medya olmak üzere bazı toplumsal kurumlar vasıtasıyla her vesile ile canlı tutulmakta, özendirici ve hatta teşvik edici bir söylem sosyal dolaşıma sürülmektedir. Bu bakımdan son yıllarda yoksul kitleler görsel medyada dürüst bir ömre sığdırılamayacak olan kazanımlar üzerine kurulu yaşam standartlarının gölgesine itilmektedir.
Türkiye’deki yoksulluk kültürü kendi içinde çeşitlenen güven ve himaye üniteleri etrafında gelişmektedir. Cemaat eksenli bir toplumun günlük yaşamını sübvanse eden bu değerler, binlerinin yaşamını garanti ederken, birilerini de verdikleri garanti ve himaye karşılığında güç ve iktidar sahibi yapmaktadır. Bu bağlamda denilebilir ki, yoksulluk Türkiye’de birbirine güç veren ve birbirini üreten bir ilişki biçiminin kitlesel muhatabı olarak ortaya çıkmaktadır. Birbirinin varlık nedeni olan muhataplar ise ilginç bir biçimde bu durumdan memnun görünmektedirler. Sosyolojik olarak biz bu tür yönetim biçimine “Meritokrasi” diyoruz.
Yoksullar dünyanın her yerinde toplumun en güçsüz ve çaresiz kesimlerini teşkil ederler. Onları yoksulluğa iten nedenler bizatihi yoksulluğun kendi mantığı ve şartları içinde sürdürülebilir bir olguya dönüşmesinin de nedenidir.
Yoksulluk ve Aile
Aile kurumu, yoksulluğun insan ve toplumlar için ifade ettiği önemin test edildiği gerçek bir sosyoloji laboratuvarıdır. Yoksulluğun nasıl bir insanlık dramına yol açtığı ancak aile öykülerinde gerçek fotoğrafını üretir. Bir annenin ya da babanın sokaklarda, kaldırımlarda, lokanta ve restoran önlerinde yenenleri görüp de iç geçirmesin diye, mağaza ve reyonlarda gördüklerine imrenmesin diye elinden tuttuğu çocuğunu sürekli meşgul etmek zorunda kalmasını, çocuğu karşısında duyduğu mahcubiyeti aile olmadan anlatabilmek ve anlayabilmek mümkün müdür? Bugün Türk ailesinin önemli bir bölümünde böylesi aygın bir psikoloji olduğuna tanıklık etmek fazla bir karamsarlık olmasa gerekir.
Aile yoksulluğu, yoksulluk olgusunun nirengi noktasıdır. Çünkü aile geçmiş ve gelecek arasında bir köprüdür. Yoksulluk bu köprüyü tam ortadan yıkabilecek birincil bir sosyal olaydır. Yeterince çalışamayan, yeterli beslenemeyen, yeterli eğitim alamayan, yeterince eğlenemeyen, yeterince kendini ifade edemeyen toplumsal hayatın lezzetlerini yeterince tadamayan aileler ve onlardan meydana gelen bir toplumun sağlam ve sağlıklı bir toplum olması mümkün değildir. Bütün bunları toplumun bir bölümünün yapıyor olması da en az bu ilk toplumsal tablo kadar tehlikelidir. “Kimi yer kimi bakar/kıyamet ondan kopar” özdeyişi de esasen bu toplumsal çelişkiyi anlatır. Bu durumda aile yoksulluğu sadece bir devlet sorumluluğu olmaktan çıkıyor, bütün bir toplumun ve toplumdaki tüm toplumsal kesimlerin sorunu haline dönüşüyor.
Türkiye’de nüfusun %15’i göreli yoksulluk, %1.36’sı gıda yoksulu (açlık sınırının altında) % 27’si de gıda ve gıda dışı yoksulluk sınırının altındadır. İhtiyatlı resmi metinler de nüfusun önemli bir oranının gıda ve gıda dışı yoksulluk sınırına çok yakın olduğunu teyit etmektedir. Bu tablo aile bazında anlam kazanır. Buna göre Türkiye’de nüfusun yarısı yoksulluğun bir şekilde ve belirli tonlarda etkisi altındadır. Hane halkı açısından bu tabloyu oluşturan uysal gerçek ise şudur: Türkiye’de hane halklarının %43’ü yoksuldur.
Türk ailesi gelir dağılımındaki adaletsizliğin üzerinde gelen 2001 yılı ekonomik krizinden ziyadesiyle etkilenmiştir. Sokağa yansımayan sosyo-ekonomik sorunlar toplamda belki yalnızca bu ülkeye özgü sosyal bir iç kanamaya neden olmuştur. Aile işte bu sosyal iç kanamanın sıkıntılarını derinden yaşayan gerçek bir mikroorganizmadır. Akrabalarını, çocuklarını, anne-babasını, torunlarını ekonomik krizden etkilenmesinler diye aynı çatıya toplayan aileler bu zorunlu dayanışmanın hesapta olmayan sorunlarını yaşadılar. Arjantin’de yağma ve ganimet telaşıyla sokağa yansıyan sorunlar, bizde aile ortamlarında kol kırılır yen içinde kalır şeklindeki bir toplumsal değerle ört bas edilmeye çalışıldı. Yen içinde kalan kolun ise nasıl bir tahammül sınırları içinde olduğu da çoğu kez görmezden gelinde. Doğrusu bu boyut gerçek bir sosyolojik araştırma konusudur. Kriz döneminde Türk toplumu geleneksel aile ve arkadaşlık bağları ile böylesi değerlerin ortaya koyduğu dayanışma ruhundan elbette ki güç ve destek almıştır. Ama toplumsal gerçekliğin böyle bir çözümü kendi içinde nasıl amorti ettiği açık değildir. Kendi içine kıvrılan, kendi dünyalarına çocukları ve torunları, gelinleri ve damatları, anneleri ve kayınvalideleriyle kapanan bu insanlar üzerinde ekonomik baskının yol açtığı psiko-sosyal sorunlar henüz irdelenmedi. Ama görünen köy kılavuz istemez derler. Eğer böyleyse bu ülkenin 2001 ekonomik krizinde tam bir sosyal iç kanama yaşadığı rahatlıkla söylenebilir.
Bunun sosyolojik açıklaması şudur: Ekonomik kriz Türk ailesini ve aile yapısın, esaslı bir biçimde sarsmıştır. Olay öylesine bir etki getirmiştir ki benzer ve fakat daha hafif gelen dalgalarda (1991, 1994, 1998 ekonomik krizleri) işlevsel olan değerler bu devasa dalga karşısında bocalamıştır. Esasen bu değişim karşısında ona hazır olmayanların yaşadıklarıdır, bu acı tecrübe de bunun bir kanıtıdır.
Türkiye’de çalışmayı profesyonelce yapan nüfus 17 milyondur. Bu rakamın büyük çoğunluğu erkektir. Evine ekmek götüren, ev geçindiren çoğunluk erkek olunca krizin hangi noktadan ve ne ölçüde Türk ailesine darbe getirdiği kolaylıkla anlaşılabilir. Durumu, kadını toplumsal hayata hazır olmayan hanelerin dayanışma gerektiren durumlarda nasıl bir zaaf içinde olduklarını sınandığı bir olay olarak anlamak gerekir. O nedenle bu son olay belki de böylesi bir faktörün öne çıktığı bir örnek olarak yoksul haneleri ve aileleri daha da yoksullaştırmıştır.
Ailenin yoksullaşması ailenin toplumsal hayata uyumunu zorlaştırmaktadır. Kadın ve çocuklar bu zorluktan öncelikli olarak etkilenmektedir. Bir diğer deyişle kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler yoksul ortamların öncelikli olarak risk grubu içinde yer alırlar. Çünkü yoksulluğun toplumsal hayatla aile arasında oluşturduğu mesafe, aileyi kendi içme itmekte, kapalı devre bir yaşama zorlamaktadır. Şiddet, aile içi taciz, intihar an, alkol ve sigara benzeri alışkanlıklardaki artış, çocuk suçluluğu gibi kriminal olaylar kapalı devre yaşamın doğurduğu sancıların doğal toplumsal sonuçlarıdır.
Kadın ailenin yoksullaşmasının odak noktasıdır. Ailede dirlik ve düzenliğin, huzur ve mutluluğun, birlik ve beraberliğin sağlanması, topluma yararlı ve hayırlı evlatlar yetiştirmede anahtar rol anneye düşmektedir. Yoksul annenin bu denli önemli bir rolü sağlıklı bir biçimde yerine getirmesi, aileyi idare etmesi elbette ki zordur.
Aile yoksulluğu, yoksulluk olgusunun en önemli eylem ve tecrübe alanıdır. Ailedeki yoksulluk toplumun önde gelen sosyal sorunlarındandır. Adaletsiz gelir dağılımı, yüksek enflasyon, çağa uygun eğitim olanaklarından yoksun olma, aileye yönelik devlet düzeyinde uzun erimli politika ve projelerin üretilememesi vs. ailenin mevcut ekonomik temponun gerisinde kalmasının görünür nedenleridir. Yanlış inanç ve değerlerden gelen azla yetinme, kadercilik gibi kültürel unsurlarla birlikte aile yoksulluğunun temel faktörleri tamamlanmış olur.
YOKSULLUKLA MÜCADELE STRATEJİLERİ
Geçmişten günümüze boyut değiştiren yoksulluk sorununun çözümü için kullanılan mücadele stratejileri de zamanla ve şartlara uygun olarak değiştirmektedir. 1980 sonrasında, -konjonktüre de paralel olarak- geleneksel yöntemlerin yanına neoliberal politikaların da desteklediği yeni yöntemler eklenmiştir. Bu yöntemler dolayla yaklaşım ve doğrudan yaklaşım olmak üzere ikiye ayrılır.
Dolaylı Yaklaşım/Ekonomik Büyüme Yoluyla Yoksullukla Mücadele Yaklaşımı
Bu yaklaşımın özü ekonomik büyümeyle birlikte zaten kendiliğinden çözüleceği varsayılan yoksulluk sorunun kısa vadede ortaya çıkan etkileri için ayrıca bir politika oluşturmaya gerek duyulmamasıdır.
Yoksulluk sorununun dolaylı olarak çözüleceğini varsayan bu yaklaşımda gözden kaçırılan en önemli noktalardan biri de toplumun sınıflardan ve sosyal gruplardan oluşan bir yapı olduğu gerçeğidir. Öte yandan bu yaklaşımda, toplum homojen bir yapı olarak değerlendirilmekte ve gelir dağılımı üzerinden oldukça mekanik istatistiki analizler yapılmaktadır. Oysaki farklı sınıf ve sosyal gruplardan oluşan günümüz toplumlarında, yoksulluk her kesimi farklı şekillerde etkilemektedir. Örneğin Kosta Rika’da yoksulluk 1980’li yılların ilk döneminde artarken ikinci dönemde düşmüş ve ihracata yönelik tarımsal üretimde görece yüksek gelirli gruplar daha önemli bir rol oynadığından değişik kırsal ve kentsel kesimler bu süreçten farklı bir şekilde etkilenmiştir.
Amacı, ulusal gelirin büyütülmesi sonucu kişi başına düşen gelirin artması olan dolaylı yaklaşıma, Türkiye’de 1960’lardan itibaren uygulanmaya başlayan beş yıllık kalkınma planlarında ve 2001 krizi sonrasında uygulamaya konan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programında da rastlanılmaktadır.
Doğrudan Yaklaşım
1980 sonrası süreçte gelişmekte olan ülkelerde yaşanan finansal krizlere cevaben hazırlanan istikrar ve yapısal uyum programları, makroekonomik dengeleri sağlamak amacıyla belli birtakım mali kısıtlamalar getirmiştir. Bunların sonucunda da önemli döviz girdisiyle kısa dönemli şokların atlatılması sağlanırken; işçi, memur gibi sabit gelirli kesim, tarımsal küçük üreticiler ve enformel sektörde çalışanlar ciddi gelir kaybı yaşamıştır. Sözü edilen istikrar ve yapısal uyum programlarının toplumda yarattığı bu etkilerin telafisi için sunulan somut politikalar da yoksullukla mücadelede doğrudan yaklaşım olarak anılmaktadır
Doğrudan yaklaşımda, ekonomik büyüme beklenmeden, mevcut ulusal gelirin daha eşitlikçi paylaşımı öngörülmekte, belli birtakım politikalarla sürece müdahale edilmektedir. Yoksullukla mücadelenin bu boyutu daha somut ve doğrudan yardımları içermektedir. Bunlar dört ana başlık altında incelenebilir.
Ayni ve Nakdi Yardımlar
Doğrudan yaklaşımın en yaygın ve en geleneksel türlerinden biri ayni ve nakdi yardımlardır. Türk-İslâm geleneğinin de bir parçası olan bu yardımlar, toplumsal dayanışmayı da güçlendirmektedir. Çeşitli vakıf ve derneklerin yurt içi ve yurt dışında yardım toplayarak ihtiyaç sahiplerine ulaştırması şeklinde gerçekleşen bu yöntem temelde iyi niyetli görünmekle birlikte hem istismara açık olmakta hem de yardım yapılan kişileri rencide edici şekillerde yapılmaktadır. Özellikle seçim dönemlerinde sıkça rastlanılan bu tip yardımlar iktidar partileri tarafında popülizm aracı olarak da kullanılmaktadır. Yoksullukla mücadelede olumlu katkılarına rağmen, çoğu zaman, yardımlardan yararlanacakların seçimini gelişigüzel ve keyfi olarak yapması, yardımların zaman zaman iktidardaki partilerin oy beklentisine göre biçimlenme eğilimi göstererek patronaj ilişkilerini güçlendirmesi gibi unsurlar da bu yaklaşımın uygulamasındaki temel sorunlar arasında gösterilmektedir.
Öte yandan “yeni yoksulluğun” yani, uzun süre devam eden, akraba ve arkadaşların desteğiyle iyileştirilmesi güç olan yoksulluğun artmakta olduğu bir dönemde böyle yardımlar artık etkisini de kaybetmektedir. Dolayısıyla, küreselleşme süreci içinde kentlerin eski yapısının da, yoksulların kentlerde tutunmalarını zorlaştıracak şekilde değiştiği ve bunun, kent yoksulluğunun eskisinden farklı bir biçim almasına yol açtığı bu dönemde, ne eski usul patronaj ilişkileri içinde KİT’lerde istihdam sağlama veya gecekondu edindirme politikaları, ne de artık yerini giderek çekirdek aileye bırakmış olan geniş aile dayanışması, yeni yoksulluk sorunuyla baş edebilecek güçte değildir.
Sürekli Asgari Nakit Desteği
Asgari nakit desteği, ihtiyaç sahiplerinin belirli ölçütlere göre belirlenip onlara sürekli olarak yapılacak nakit ödemeleri içermektedir. Böylelikle yardım yapılırken kişiler, hem yoksul oldukları için rencide edilmeyecek hem de sürekli bir gelire sahip oldukları için hayatlarına yön verebilecek bir güven de kazanacaklardır. Fakat bu yaklaşım da yoksulları tembelliğe teşvik edeceği ve suistimal edilebileceği; bunun yanı sıra, maliyetinin de çok ağır olacağı düşüncesiyle eleştirilmektedir.
Sürekli asgari gelir desteği üç noktada eleştiri almaktadır. Birincisi, herhangi bir karşılık verme zorunluluğu olmadan ömür boyu bir gelir güvencesine sahip olma hakkını insanlara vermek, asgari gelir seviyesinde yaşamayı kabul edenleri ömür boyu yardıma muhtaç kişiler haline getirmek demek olacağından, bu kesim üretken kesim tarafından asalak bir alt sınıf olarak algılanacaktır. Böylece, toplumsal dayanışma ruhu zedelenecektir. İkincisi ise, asgari gelirin biraz üstünde bir geliri çalışarak elde edenlerin çalışma şevki kırılacak, dolayısıyla da toplumun üretim çabası sekteye uğratılacaktır. Üçüncüsü ise, bu sürekli asgari gelir desteğinin getireceği mali yüktür.
Öte yandan birçok yerde uygulaması görülen bu tip yardımlar, beklenenin aksine, toplumda olumsuz sonuçlardan çok olumlu etkiler yaratmaktadır. Hem Avrupa ülkelerinde hem de Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelerde başlatılan, yardımdan sadece ailenin gelir düzeyine bakılarak belirlenecek bir yoksul hedef kitlenin yararlanmasını ve yardımın bireye değil aileye verilmesini öngörerek verilecek sürekli gelir desteği, yoksul kesimin hayata karşı kaybettiği güveni kazandırarak, onlara, hayatlarına yön verme şansı tanımaktadır.
Neticede, yoksulluk, toplumda yarattığı ve yaratacağı etkiler basit ekonomik artı ve eksilere indirgenemeyecek kadar büyük bir sorun olduğu için, sürekli gelir desteği konusunda da enine boyuna düşünülmelidir. Verilecek sürekli gelir, insanların çalışmayı reddedecekleri miktarda olmayacaktır. Bu miktar yalnızca onlara sağlıklı koşullardaki işlerde çalışabilme olanağı tanıyacaktır. Belli bir güvence sahibi olan insanlar kaybettikleri seçme özgürlüklerini tekrar kazanıp ne yapmak istediklerine karar vereceklerdir.
Bu çerçevede, Türkiye’de, 2001 yılında Sosyal Riski Azaltma Projesi (SRAP) kapsamında başlatılan Şartlı Nakit Transferi programı, belirli şartlara bağlanan bir gelir desteği olarak değerlendirilebilir. Genel olarak, yardımlar, ailelere, yalnızca çocuklarının eğitim ve sağlık ihtiyaçlarında kullanılmak şartıyla verilmektedir. Nakit transferleri, SRAP’ın geçici bir proje olarak düşünülmesi nedeniyle yoksulluk konusunda burada belirtilen hedeflere tümüyle ulaşılmasını engellemektedir.
Mikro Kredi Modeli
Doğrudan yaklaşımda görülen ve olumlu sonuçlar doğurmuş diğer bir yaklaşım ise, 1970’li yıllarda Muhammed Yunus tarafından Bangladeş’te ortaya çıkarılan mikro kredi modelidir.
Grameen Bankasının desteğiyle götürülen bu model daha sonra birçok gelişmekte olan ülkede uygulanmış fakat her yerde aynı sonuçlar alınamamıştır. Daha çok kadınlara yönelik olarak geliştirilen modelde, kredinin yanı sıra, yatırım danışmanlığı hizmetleri de sunularak tarım dışı etkinliğin özendirilmesi hedeflenmiştir.
Türkiye’deki mikro kredi adı altında ilk uygulama olarak, Yoksulluğu Azaltma Projesi kapsamında, Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV) 2002 yılının Haziran ayında Maya Mikro Ekonomik Destek İşletmesini İstanbul ve Kocaeli’ndeki kadınlara mikrokredi vermek amacıyla kurulmuştur. Vakıf, 31 Aralık 2003 itibarıyla 356 kadına 403 bin YTL tahsis etmiş bulunmaktadır. Ortalama kredi tutarı 450 YTL’dir.
Diğer bir mikro kredi uygulaması ise, Diyarbakır da 2003 da denenmiştir. Diyarbakır Valiliğine bağlı SYDTF, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı ve Grameen Trust işbirliğiyle “Türkiye Grameen Mikro Kredi Projesi’ adıyla konan uygulamada belli bir oranda hizmet bedeliyle birlikte haftalık ödemelerle geri alınmak şartıyla belli bir miktar teminatsız krediler verilmiştir. Böylece kredi kullanan kişilere iş kurma olanağı tanınmaktadır. Buna ek olarak, Türkiye Kalkınma Vakfı Güneydoğuda kurma kredilerini aynî olarak temin etmektedir. Uzun bir geri ödeme süresine sahip olan bu krediler 300 ile 3000 dolar arasındadır.
Yoksul kesimin çalışarak, üreterek ve ekonomiye fayda sağlayarak yoksulluktan ulayan mikro kredi modelinin de birçok eksikleri ve eleştirilen yanları bulunmaktadır. Öncelikle, kadınlara yönelik olarak başlatılan bu krediler birçok kesim tarafından geri ödeme zorluğu açısından caydırıcı özellik taşımaktadır. Zaten yoksul olan insanlar ve özellikle kadınlar, daha önce tecrübesiz oldukları iş kurma konusunda kredi almaktan kaçınmaktadırlar. Yatırım danışmanları bu konuda yardımcı olsalar da insanların kafasındaki genel kanı kırılamamaktadır. Diğer önemli bir konu ise, mikro kredi modelinin çalışmayan yoksullara yönelik olmasıdır. Böylelikle, Türkiye’deki yoksulların %53’ünü oluşturan çalışan yoksullar dışlanmaktadır. Son eleştiri noktası ise, mikro kredilerin verilebilmesi için ayrılan kaynak sorunudur. Çiftçiye ve esnafa yönelik kredi veren ve bu yönde uzmanlaşmış kamu bankalarının da özelleştirilmesiyle sübvansiyonlu kaynaklar geliştirilememektedir.
Acil Sosyal Fonlar
Gelişmekte olan ülkelerde, 1980 sonrasında uygulanan yapısal uyum programlarının ve neoliberal politikaların etkisi olarak ortaya çıkan krizler ve derinleşen yoksulluk sorunuyla mücadele etmek için Dünya Bankası acil sosyal fonları sunmuştur. Acil sosyal fonlar, yerel idareler ve topluluk örgütlenmelerinin sunduğu küçük ölçekli projelere finansman sağlayan hükümete bağlı birimlerdir. Bu fonlar ilk olarak Latin Amerika’daki mali ve siyasi krizin etkilerine yönelik olarak kullanılmıştır. Bolivya’da Acil Sosyal Fon, Zambiya’da Sosyal Yenileme Fonu, Brezilya’da Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu, Gana’da PAMSCAD (Yapısal Uyumun Sosyal Maliyetlerini Azaltmak için Çalışma Programı), Tunus’ta İş ve Eğitim Fonu vb. gibi ve Türkiye’de kurulan SYDTF (Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu) önemli sosyal fonlardan bazılarıdır.
Sosyal fonların kuruluş amaçları ve yapısı incelendiğinde yerinden yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve yerel toplulukların rollerinin arttığı görülmektedir. Merkezi idarenin yetkilerinin yerel idareye ve sivil toplum kuruluşlarına kaydırılmasını öngören bu yapının temel dayanağı ise, kalkınma konusundaki merkeziyetçi yöntemlerin yoksullara ve yoksulların sorunlarına erişmekte başarılı olamadığı, ihtiyaçların yukarıdakiler tarafından belirlendiği ve yukarıdan aşağıya doğru planlamayla yapılan bu yaklaşımın eksiklerinin yeni yöntemler aranmasını gerektirdiğidir. Bu doğrultuda, sosyal fonların yoksullukla mücadeledeki yaklaşımı da diğer yöntemlerden farklılaşmaktadır.
Neler Yapılabilir?
Yoksulluk artık küresel bir sorundur. Yoksul aileler, yoksul komşular nasıl ki bir toplumun umuru olması gereken bir sorun olarak kabul görmek durumundaysa, yoksulluk ve yoksul ülkeler de dünyanın ve daha önemlisi zengin ülkelerin kayıtsız kalamayacağı bir sorundur.
Dünya liderleri, 2001 yılı Eylül ayında gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler (BM) Bin Yıl zirvesinde bir araya gelerek, dünyanın en temel sorunlarının çözümü için ortak hedefler belirlemeye çalışmışlardır. Bu kapsamda, yoksulluğun azaltılması, açlık, hastalıklar, çevresel bozulma gibi konulara çözüm getirilmesi amacıyla “Bin Yıl Kalkınma Hedefleri” belirlenmiştir.
BM Bin Yıl Zirvesinde kabul edilen Bin Yıl Kalkınma Hedeflerinin, ilk beş yıllık uygulaması BM 60. Genel Kurulu sırasında, 14-16 Eylül 2005 tarihlerinde düzenlenen zirvede gözden geçirilmiştir.
BM, Binyıl Zirvesi sonrasında tüm ülkelerden, Bin Yıl Kalkınma Hedeflerine ulaşma yönünde mevcut durumlarını ve uygulanacak politikaları gösteren ülke raporları hazırlamalarını talep etmiştir. Bu çerçevede, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), “Bin Yıl Kalkınma Hedefleri Türkiye Raporu”nu hazırlamıştır.
DPT’nin Bin Yıl Kalkınma Hedefleri Türkiye Raporu, BM’in Bin Yıl Kalkınma Hedeflerinin Türkiye özelinde gerçekleştirilmesi esprisine dayanmaktadır. Bu çerçevede mutlak yoksulluk ve açlığı ortadan kaldırmak, tüm bireylerin temel eğitim almasını sağlamak, kadınların durumunu güçlendirmek ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak, çocuk ölümlerini azaltmak, anne sağlığını iyileştirmek, HIV/AIDS, sıtma ve diğer salgın hastalıkların yayılımını durdurmak, çevresel sürdürülebilirliği sağlamak, kalkınma için küresel ortaklıklar geliştirmek Türkiye’nin öncelikleri arasındadır. Esasen bunlar aile merkezli bir yoksulluğun giderilmesinde de atılması gereken önemli siyasal ve toplumsal adımlardır. Tüm bireylerin eğitimine paralel olarak kadının konumunu güçlendirme çerçevesinde kadın erkek eşitliği konusunda alınabilecek olumlu sonuçlar elbette aileyi toplumla barıştıracak ilk ciddi gelişmenin de yolunu açacaktır.
Bazı Öneriler
- Nüfusun mutlak ve göreli yoksulluk dilimine giren bölümü (%20+%20) devlet tarafından desteklenmelidir. Özellikle çocuklu ailelere devlet tarafından eğitim masrafı adı altında bir fon ayılmalıdır.
- Toplumun en yoksul ve korumasız kesimlerine yönelik hizmetleri üstlenecek “sosyal girişimcilik” teşvik edilmelidir. Bu girişimciliğin özünde yoksul kesimin ihtiyaç duyduğu bir ürünü ya da hizmeti onun satın alabileceği bir fiyata mal edebilmek düşüncesi yer alır.
- Yoksul aileleri ekonomiye katacak önlemler alınmalıdır. Bu çerçevede ev içi üretim ve aile işletmeciliği modeli teşvik edilmelidir.
- Vergi sistemi yoksulları ve dar gelirlileri gözetecek bir dengeye kavuşturulmalıdır. Bu amaçla vergilendirilmede ailenin toplam geliri ve harcamaları, eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi temel ihtiyaçları esas alınmalıdır.
- Yoksulların yaygın ve örgün eğitim kurumlarından yaralanmaları hususu özel ve farklı bir sorun olarak programlanmalıdır. Bu amaçla;
- Anne ve babalar eğitilmeli,
- Ailede eğitim, sağlık, üretim, tüketim bilgisi ve bilinci geliştirilmeli,
- Yoksul çocukların eğitimi için sivil toplum kuruluşlarının katkıları teşvik edilmeli,
- Örgün eğitim olanağı bulamayan anne ve babaların yaygın eğitimden yararlanmaları sağlanmalı,
- Ev kadınlarına beceri kazandıracak kurs ve seminerler açılmalıdır.
- Yoksulluk medya kurumunun da özel bir sorumluluk alanıdır. Medya böyle bir sorumluluğa uygun yayın politikası izlemelidir.
- Yoksulluğun kültürel boyutu aile yoksulluğunun önemli bir alanıdır. Türkiye tarih ve geleneğin beslediği bu alan kadercilik ekseninde ortaya çıkıp gelişmiştir. Yoksulluğu derin bir kaderci anlayışla karşılayan insanlar zamanla bunu bir yaşam biçimine dönüştürmüşlerdir. İşin bu yönü özel bir önem arz etmektedir. Bu tablo Türkiye açısından şu karakteristiklere sahiptir:
Çalışma ve iş, değerlerin kaynağı olarak görülmemektedir. “Şans”, “tanıdık”, “torpil” ve “ilişki” gibi etkenleri daha işlevsel hale getiren bir toplumsal sistem öne çıkmaktadır.
Toplumsal sistem çalışmayı ve performansları değil de ilişkileri ödüllendirmektedir. Bu durum geniş kitlelerde çalışmanın getireceği sonuçlara karşı, kuşku ile yaklaşan bir tutuma yol açmaktadır. “Çalışacaksın da, ne olacak”, “yan yatan da bir, çamura batan da bir”, “okuyacaksın da, ne olacaksın?”, “okudun da, ne oldu?” vs. gibi pratik algılama denemeleri bu tutumu pekiştirmektedir.
Bilgi ve eğitimi değerlerin kaynağı olarak görmeyen kitleler yayama stratejilerini kültürel ilişkileri (hemşerilik, cemaat, dernek vs.) üzerinde geliştirmeyi daha çok gerçekçi ve tercihe şayan görmektedirler. Tanıdıklarıyla iş yapmak, tanıdıklarına iş yapmak ve yaptırmak gibi adeta akraba kültü yaratan bu ağ performansa ve uzmanlığa değil de mensubiyetine güvenen bir değer üretmektedir.
Kolay para kazanma duygusu bu yoldaki somut örneklerden güç almaktadır. Geniş kitlelerin bu görünür eğilimi başta medya olmak üzere bazı toplumsal kurumlar vasıtasıyla her vesile ile canlı tutulmakta, özendirici ve hatta teşvik edici bir söylem sosyal dolaşıma sürülmektedir. Bu bakımdan son yıllarda yoksul kitleler görsel medyada dürüst bir ömre sığdırılamayacak olan kazanımlar üzerine kurulu yaşam standartlarının gölgesine itilmektedir.
Bu konuda siyaset kuruntuna düşen sorumluluklar ise hükümet ve yerel yönetimler bağlamında ayrışmaktadır. Buna göre;
- Yoksulluk sorunu siyaset kurumu için politik çıkarların ötesinde ciddi bir toplumsal bir konu olarak kabul görmelidir.
- Sorun hükümetler ve yerel yönetimlerle işbirliğine olanak verecek proje er çerçevesinde ele alınmalıdır.
- Yoksulluğun temel nedenleri arasında bulunan yolsuzluk, haksız kazanç ve spekülatif gelire fırsat vermeyecek önlemler alınmalıdır.
- Yoksullar aleyhine olan ekonomik yaklaşım ve felsefeye oturtulmalıdır.
- Devlet ailenin ekonomik refahı konusunda aile eksenli projeler üretilmesini teşvik etmelidir.