THOMAS LUCKMANN’IN DİN TEORİSİ
Neziha Nur Şahin - AYBÜ İlahiyat Lisans Öğrencisi
Giriş
Modern zamanlarla birlikte modernlik, modernleşme, modern toplum, sekülerleşme gibi olay, olgu ve süreçlerin dini nasıl etkilediği ve dinin bu durumları nasıl etkilediği veya bunlara ne gibi cevaplar verdiği, genelde sosyal bilimcilerin, özelde ise sosyolog ve din sosyologlarının en çok ilgilendiği toplumsal konular arasındadır.
Luckmann, Görünmeyen Din adlı eserinde, çağdaş toplumlarda din olgusuna klasik yaklaşımlardan farklı yeni bir yaklaşım yöntemi getirmekte, modern toplumda dinin toplumsal ve bireysel boyutları üzerine değerlendirmeler yapmakta ve bu noktada yeni bir görüş ortaya koymaktadır.
Luckmann’a göre modern toplumda geleneksel dinin marjinalliği, birbiriyle bağlantılı ve sosyolojinin cevaplaması gereken iki farklı teorik sorun getirir:
- Geleneksel kilise dininin modern toplumdaki etkinliğinin azalmasının sebeplerini teşhis etme ve genel sosyolojik teori ile uyumlu olarak bu azalma sürecine bir açıklama getirme zorunluluğu.
- Modern toplumda geleneksel kilise dininin yerini alan bir şeyin din diye adlandırılıp adlandırılamayacağını sorma zorunluluğu.
Luckmann din sosyolojisinin bilgi sosyolojisi ve dil sosyolojisiyle çok sıkı işbirliğiyle varlık bulacağı görüşünü savunmaktadır.
Birey-Toplum Etkileşimini Yeniden Ele Alma İhtiyacı
Luckmann’ın Görünmeyen Din yaklaşımı, aslında birey toplum etkileşimi, modern toplumsal sistemde bireyin toplumla ilişkilerinin biçimi, bireyin topluma uyma süreci, yani sosyalleşme ile doğrudan bağlantılıdır. Çünkü bireyin topluma katılması, toplumda bireyin yeri konusu, modern toplumda dinin aldığı durumu anlama ve açıklamada temel zemini oluşturmaktadır. Luckmann, bireyin toplumsal düzenle ilişkileri konusuna ayrı bir önem verir. Onun bu konuya yaklaşımı, aynı zamanda bir sosyal bilimler ve dil sosyolojisi eleştirisidir. Luckmann’ın toplumda bireye ve birey-toplum diyalektiğine verdiği önem, yine onun din kuramında en açıklayıcı hususlardandır. Luckmann’a göre toplumdaki bireysel varoluş problemine dair birleştirici bir bakış açısı, dinin sosyolojik teorisinde görülebilir.
Dini Tanımlama Yaklaşımı: Geleneksel Din Kuramlarının Eleştirisi
Luckmann, din bilimlerindeki dinin kökenine ilişkin özcü ve kurumsal yaklaşımlarla geleneksel işlevselci din tanımlamalarını/ anlayışlarını eleştirir. Bunu yaparken dinin antropolojik durumuna dair bazı hususlar temelinde ilerler.
Ona göre din sosyolojisinde;
- Özcü yaklaşım dinin evrensel bir tanımını yapmaya kalkışmakla hem birbirleriyle çelişkili çeşitli teorilerin oluşmasına yol açmış, hem de dinin sosyal yaşamdaki tezahürleri arasında bulunan farklılıkları açıklamakta işlevsel olamamıştır.
- Dinin genel tanımının formülasyonunda yalnızca Protestan Hıristiyan teolojiyi örnek almıştır ve dinin hususî kurumsal yapısındaki gerilemeleri dinin gerilemesi olarak görme yanlışına düşülmüştür.
Luckmann’ın bu sorunları aşmak için teklifi Durkheim’da da olduğu gibi dini özsel karakterinden ziyade evrensel sosyal işleviyle tanımlamaktır. Dinin işlevsel tanımıyla din olgusuna ilişkin geleneksel ideolojik eğilim ve özsel tanımın etnosentrik darlığından uzak durulabilecektir.
Dinî araştırmalarda açıklama yöntemi kullananların dini, toplumsal veya psişik bir eylem biçiminde analiz etmeleri ve onu diğer toplumsal ve psikolojik formlara benzeyen yönleri itibariyle ele almaları sebebiyle sıkça indirgemeci olarak isimlendirildiği de dile getirilmektedir.
İşlevselciliğin aslında sosyoloğun veya sosyal bilimlerin farklı alanlarında çalışan bilim adamlarının gözlem dışında dini değerlendirecek bir ölçütleri olmayışından doğmuş olduğunu farz etmek için nedenler bulabiliriz.
Luckmann, kendi işlevselci yaklaşımını psikolojik işlevselcilikten ve klasik sosyolojik işlevselci (yapısal-işlevselci) yaklaşımdan ayırır.
- Dini bireyin psikolojik mekanizmalarından çıkarmaya da,
- Yapısal-işlevselcilikte temsil edildiği şekliyle sosyal işlevselciliğe de karşıdır. Sadece bireydeki psikolojik mekanizmaları ele almak sosyal olgu olarak dini açıklamakta yetersizdir, aynı şekilde sosyal işlevselcilik de ekonomik, politik ve dinî kurumlar arasındaki ilişkiyi bir ölçüde aydınlatsa da dinin tarihî formlarından önceki oluşumlarını anlamamızda açıklayıcı bir şema vermemektedir.
Luckmann’a göre dini kurumlar, evrensel değildir; muhtemelen evrensel olan, dini kurumların temelini oluşturan fenomenlerdir veya bireysel ve toplumsal düzenin ilişkilerinde benzer işlevler görmedir. Bundan dolayı sosyolojik işlevselcilikte olduğu gibi kabul edilen şeyi sorunsal kabul etmek gerek.
Bu noktada Luckmann şu soruları sorar:
- Din olarak kurumsallaşmış hale gelen şeyin genel antropolojik şartları nelerdir?
- Bu şartlar kurumsallaşmadan önce bile sosyal bir olgu olarak hangi gerçekliği haizdir?
- Din, kurumların farklı tarihi formlarından birini almadan önce nasıl meydana gelmiştir?
- Dinin, içinde kurumlaştığı şartları belirlemek mümkün müdür?
Sosyoloğumuza göre bu sorular, dikkate değer genelliği olan sorulardır ve bunlara, genel teorik problemlerle ilişkileri bakımından bakılmalıdır.
Dinin kabile dini, atalar kültü, kilise, mezhep vs. bilinen formları sembolik evrenlerin özgül tarihî kurumsallaşmalarıdır. “Sembolik evrenler, bir yandan gündelik hayat dünyasına gönderme yapan ve diğer yandan gündelik hayatı aşan olarak tecrübe edilen bir dünyaya işaret eden toplumsal olarak nesnelleşmiş anlam sistemleridir. Bu nedenle bizim, baştaki sorularımıza cevap vermek için, genel olarak sembolik evrenlerin, özel olarak da bir dinî kozmosun nasıl toplumsal olarak nesnelleştiğini belirlememiz gerekir. Bir sonraki adım olarak da dinî bir kozmosun toplumsal temelinin altında kurumsallaştığı şartları soruşturmalıyız.
Sembolik evrenler, gündelik hayatın tecrübelerini gerçekliğin ‘aşkın’ bir düzeyiyle ilişkilendiren nesnelleşmiş anlam sistemleridir.
Din teorisinde Luckmann belirtir ki “Din kavramının temel bir anlamına bağlı kalarak beşerî organizmasıyla birlikte biyolojik doğanın aşkın olduğunu söylemek, dinî bir fenomendir. Bu fenomen, Ben ve toplumun işlevsel ilişkisine dayanır. Bu sebeple biz, Benliğin teşekkülüne götüren sosyal süreçlere, esasen dinî olarak bakabiliriz. Bu bakış, arızî olarak söz konusu kavramın etimolojisine bir zorlama oluşturmaz. Dine teolojik ve ‘özselci’ bir konumdan hareketle itiraz edilebilir ki, bu bakışta din, her şeyi kucaklayan bir fenomen hâline gelir.
Bu geçerli bir itiraz değildir. Biyolojik doğanın aşkınlığı, insanlığın evrensel bir fenomenidir.
Bir diğer itiraz, daha ciddî bir şekilde ele alınabilir. Benliğin teşekkülüne yol açan süreçleri dinî diye isimlendirmek, muhtemelen, toplum ve dinin sosyolojik bir özdeşleştirilmesinden kaçınacağı ve fakat toplumda dinin ‘nesnel’ ve kurumsal formlarının hususî bir anlatımını sunmada başarısız olacağı söylenebilir. Bu yükün suçunu kabul ediyoruz. Bu tahlil, şimdiye kadar, dinin tarihî bakımdan farklılaşmış toplumsal formlarının kendisinden kaynaklandığı genel kaynağı belirlemeden fazlasını yapmadı. Fakat biz bunun, dinin sosyolojik teorisinde zorunlu bir ilk adımı temsil ettiğini öne sürebiliriz. Bilinç ve vicdanın kendisiyle bireyleştiği toplumsal süreçlerin dinî niteliğini göstermekle biz, dinin evrensel ancak özgül antropolojik durumunu belirlemiş olduk.”
Dinin Toplumsal Formları
Luckmann dini toplumsal formları yönüyle ele alır ve dinin bu yönü Luckmann için dini anlama ve anlamlandırmada önemlidir. Sosyolog dinin toplumsal formlarını izah ederken, organizma, anlam evrenleri, sosyalleşme, Ben, Benlik ve Dünya Görüşü kavramlarına bolca başvuruda bulunur. Ona göre içinde Benliğin ortaya çıktığı toplumsal süreçlerin formlarının yanı sıra muhtevaları da vardır. İnsan organizması somut sosyalleşme süreçlerinde bir Ben hâline gelir. Bu süreçler, formel yapıyı teşhir eder ve ampirik olarak, tarihî bir toplumsal düzene aracılık eder. İnsan organizmaları ile biyolojik doğanın aşkınlığı esasen dinî bir süreçtir. Bu tür bir aşkınlığın içerisinde gerçekleştirildiği somut bir süreç olarak sosyalleşme de dinîdir.
Sosyalleşme, dinin evrensel antropolojik bir durumuna, bilincin ve vicdanın sosyal süreçlerdeki bireyleşmesine dayanır ve tarihsel bir sosyal düzenin temelini oluşturan anlam yapısının içselleştirilmesinde pratize edilir. Bu anlam yapısı, bir Dünya Görüşü olarak isimlendirilebilir. Bu Dünya Görüşü, çeşitli açılardan bireyi aşar. Bu Dünya Görüşü içselleştirildiğinde, birey için öznel bir gerçeklik hâline gelir; Böylece bireyin dünyadaki yönelimini belirler ve olduğu gibi kabul edildiği ölçüde derin ve bu yüzden de davranışı üzerinde etki icra eder. Ayrıca bu Dünya Görüşü, sosyal düzeni ve onun temelini oluşturan anlam yapısını yansıtan kurumsallaşmış ve kurumsallaşmamış toplumsal kontroller vasıtasıyla bireyin davranışı üzerinde dolaylı ve dışsal bir etkide bulunur. Sonuçta Dünya Görüşü, birey için öznel/içkin bir gerçeklik olduğu kadar nesnel ve tarihseldir/aşkındır.
Luckmann’a göre Dünya Görüşü, dinin temel bir toplumsal formudur: “Dünya Görüşünün, toplumsal olarak nesnelleşen tarihî bir gerçeklik olduğu temel olgusu, onun birey için hayatî işlevini açıklar.
Dünya Görüşünün tarihsel önceliğinin, insan organizmalarını yakın hayat bağlamından kopararak, kişiler olarak bir anlam geleneği bağlamıyla bütünleştiren biyolojik tabiatın ‘başarılı’ bir aşkınlığı için ampirik bir temel sağladığını söyleyebiliriz. Bu nedenle de ‘nesnel’ ve tarihî toplumsal bir gerçeklik olarak Dünya Görüşünün esas olarak dinî bir işlev gördüğü sonucu çıkartılabilir ve o, dinin temel toplumsal bir formu olarak tanımlanabilir. Bu toplumsal biçim, insan toplumunda evrenseldir.”
Luckmann’ın yaklaşımında “Dünya Görüşü, kendisinde toplumsal olarak ilgili zaman, mekân, nedensellik ve amaç kategorilerinin daha özgül yorumlayıcı şemalara tâbi kılındığı kapsayıcı bir anlam sistemidir. Başka bir deyişle, Dünya Görüşü, “doğal” bir tasnif kadar, “doğal” bir mantığı da içerir.
Dünya Görüşü, toplumda farklı şekilde nesnelleştirilir. Tabiat ve toplumdaki, toplumsal olarak onaylanan ve anlamlı yönelim şekilleri, kendilerini bir nesilden öbür nesle aktarılan hareket, jest mimik ve ifadenin kalıplaşmış şekilleri hâlinde tezahür ettirir. Bir takım toplumsal olarak anlamlı ahlâkî/manevî düşünceler ve değerler, meselâ, bayraklar, ikonalar ve totemler gibi farklı türden semboller tarafından temsil edilirler. Bununla birlikte bir Dünya Görüşünün içerisinde toplumsal olarak nesnelleştiği en önemli forum, dildir. Dünya Görüşünde dilin nesnelleştirici işlevinin tahlilinde, onun semantik ve sentaks düzeyleri, onun fonolojisinden daha yakın sonucundan kaynaklandığı açıktır. Birey ana dilini öğrenir ve onun iç formunu içselleştirirken, bir tarihî Dünya Görüşünün “doğal” mantık ve tasnifini devralır. Hazır çözümlerin bir haznesi ve problem çözme işlemlerinin bir matriksi olarak Dünya Görüşü, dilin aracılığı olmaksızın kavranamayan bir şekilde bireyin hafızasını, düşüncesini, davranışını ve algılayışını rutin bir hâle getirir ve istikrar kazandırır. Dil vasıtasıyla Dünya Görüşü, bireye, hem içsel olarak hem de toplumsal olarak sürekli bir şekilde ulaşılabilir olan bir anlam kaynağı olarak işlev görür.
Luckmann’ın din kuramında Dünya Görüşünün, dinin temel toplumsal bir formu şeklindeki tanımı, iki varsayıma dayanır: “Birincisi Dünya Görüşünün, esas olarak dinî bir işlev görmesi; ikincisi ise, onun toplumsal olarak nesnelleşen gerçekliğin bir parçası olmasıdır.
Dünya Görüşünün en aşağı düzeyinde, gündelik hayattaki somut nesneler ve olayların tipleştirmeleri (ağaçlar, kayalar, köpekler, yürüme, koşma, yeme, yeşil, daire, vs. vs.) bulunur. Bu tipleştirmeler, rutin bir şekilde ve bir aşinalık tutumunda problematik olmayan tecrübeler sırasında uygulanır. Yorumlayıcı şemalar ve sonraki daha yüksek düzeydeki davranışa dair reçeteler, birinci düzey tipleştirmelere dayanır ancak, ilâveten pragmatik ve ‘ahlâkî’ değerlendirmenin (mısır öd ağacının büyüdüğü yerde büyür; domuz eti âdi ettir; eğer akşam yemeği için davet edilirsen evin hanımına çiçek al gibi) önemli unsurlarını içerir. Bu tür şemalar ve reçeteler, aynı zamanda gündelik hayattaki yönelimin olduğu gibi kabul edilen işlemlerine de uygulanır; ancak, bireysel tecrübenin ötesine işaret eden bir kısım anlamlarla yüklenirler ve ‘motivler’ olarak fonksiyon göstermeye kabiliyetlidirler.
Luckmann’a göre “Gündelik hayatın ayırt edici niteliği, onun ‘profanlığı’ ise, aşkın alanı tanımlayan nitelik, onun ‘kutsallığı’dır. Gündelik hayat dünyası ile kutsal alan arasındaki ilişki, dolaylıdır. Anlamın derecelenmiş birçok katmanları, önemsiz, ‘profan’ rutinler ve bir biyografinin ve toplumsal bir geleneğin ve benzerlerinin ‘nihaî’ anlamı arasında aracılık rolü oynar. Gündelik hayatın rutininin kopukluğundan kaynaklanan başka bir tecrübe türü vardır. Bu tür tecrübe, doğal olaylar karşısındaki çaresizlikten ölüme kadar uzanır ve bu tecrübeye tipik olarak kaygı ya da vecit veya her ikisinin bir karışımı eşlik eder. Bu tip tecrübeler, bir kural olarak kutsal alanın gerçekliğinin doğrudan tezahürleri olarak algılanırlar. Böylece hem gündelik hayatın nihaî anlamı hem de olağan üstü tecrübelerin anlamı, gerçekliğin bu ‘farklı’ ve ‘kutsal’ alanına yerleştirilir. Bu iki alan, kutuplaşmış hâle gelme eğilimindeyken, zorunlu olarak bir şekilde birbirleriyle bağlantılı olarak algılanırlar. Bu ilişki, profan bir dünya ile kutsal bir kozmos arasındaki nispeten yüksek derecedeki bir ayırımdan yorumun daha yüksek derecede bir yorumuna kadar uzanır. Animizm, totemizm ve eskatoloji, bu ilişkinin daha tipik sistematik detaylandırılmalarının bir kısmıdır.
Dünya Görüşünün bütünleştirici işlevi, hususî dinî temsiller yoluyla, somut sosyalleşme süreçlerinde icra edilir. Gündelik hayat dünyasıyla ilişkili olan kutsal bir kozmosun açık bir şekilde ifade edilen aşkınlığı, bilincin öznel akımıyla ilişkili toplumsal olarak ifade edilen Dünya Görüşünün aşkınlığının yerini alır. Kutsal bir evren oluşturan dinî temsiller bütünü, dinin hususî bir tarihsel sosyal formu olarak tanımlanabilir. Kutsal kozmos, akrabalık, iş bölümü ve güç uygulanmasının düzenlenmesi gibi az çok açık bir şekilde farklılaşmış kurumsal alanlara sızar. Kutsal kozmos, doğrudan bireyin bütün toplumsallaşmasını belirler ve o, top yekûn bireysel biyografi ile ilişkilidir.
Luckmann’ın yaklaşımında bir toplum ne kadar çok karmaşık olursa, muhtemelen kutsal evrenin nesnelliğini ve toplumsal geçerliliğini o kadar çok destekleyen farklı kurumlar geliştirir. Kurumsal olarak özelleşen veya hususîleşen dini, kısaca dinle özdeşleştirmek zorunda olduğumuzdan, dinin tam bir toplumsal gelişiminin, yapısal ve entelektüel şartların karmaşık bir modelini gerektirdiği gerçeğini vurgulamak önemlidir. Bir toplum, aynı zamanda söz konusu evreni veya kozmosu taşıyan hususî kurumsal bir temele sahip olmaksızın az çok açık bir şekilde kutsal kozmosu içeren bir Dünya Görüşüne sahip olabilir. Luckmann’a göre “özetle dinin toplumsal bir formu olarak kurumsal hususîleşmesi, kutsal kozmosun iyi tanımlanmış doktrinde standartlaşması, tam gün dinî rollerin farklılaşması, doktrinel ve ritüel uygunluğu güçlendiren müeyyidelerin özel ajanlara transferi ve kilisevî tipin organizasyonlarının ortaya çıkışıyla karakterize edilir. Yalnızca din, hususî toplumsal kurumlara yerleştirilirse, din ve toplum arasında bir antitez gelişir. Böyle bir yerleştirme, dinî dogma tarihî ve seküler kültür ve ‘toplumsal’ yani, dinî olmayan kurumlardan ayrı olarak kilisevî örgütlenme için zorunlu bir şarttır.
Luckmann’ın din görüşünde “din, toplumsal düzenin bütünleşmesinde ve status quonun meşrûlaştırılmasında hizmet görür. Bununla birlikte, kurumsal olarak hususîleşen din, bir kısım tarihî şartlarda dinamik bir sosyal güç hâline gelebilir. Hususî olarak dinî cemaatler, bağlılarını ‘seküler’ kurumlarla ya da öteki dinî cemaatlerin üyeleriyle çatışma hâlinde konumlandıran sadakatler iddia ederek ortaya çıkabilirler. İslâm ve Budizm’inki kadar Hıristiyanlığın tarihi de bu tür gerilim ve çatışmalara entelektüel ve yapısal çözümler bulma konusundaki çeşitli giriş belgelerini sunar.
Teokrasiler, kurumsal hususîleşmenin ara bir formu olarak telâkki edilebilir. Ancak, Batı tarihinin Yahudi-Hıristiyan geleneğinde kilise, dinin kurumsal hususîleşmesinin aşırı ve tarihî bakımdan eşsiz bir örneğini temsil eder. Kilise; söz konusu kozmosun iç mantığının eskatolojik terimlere uygun olarak formüle edilmesi, Dünya görüşlerinin türdeş olmaması, Hıristiyanlığın ortaya çıktığı alanlardaki ‘kültür çatışmaları’ ve bağdaştırmacılık, Roma İmparatorluğu’ndaki siyasî ve ekonomik kurumların oldukça yüksek derecedeki bir özerkliği ve benzeri hususlar İbranî teolojisindeki kutsal kozmosun profan dünyadan olağanüstü bir şekilde keskin ayırımından ortaya çıkar. Dinin daha aşağı bir derecesine kadar bile olsa, bu toplumsal formuyla karakterize edilen bütün toplumlarda, Dünya Görüşündeki kutsal kozmosun ayrımlaşmasına, bir dereceye kadar, sosyal yapıdaki dinî rollerin hususîleşmesi ve ayrı dinî bir nitelik iddia eden grupların varoluşu eşlik eder.”
Biyolojik Organizma-Dinî Fenomenin Kökeni
Luckmann, her ne kadar dinin kökeni ile ilgili teorilerin spekülatif niteliğini eleştirse ve dinî fenomenleri anlamada yararsız kaldığını dile getirse de kendisi de dinî fenomenlerin kökenine ilgi göstermekten geri duramamıştır. Luckmann’a göre, “beşerî organizmasıyla birlikte biyolojik tabiatın aşkın olduğunu söylemek, dinî bir fenomendir. Buradan yola çıkarak benliğin teşekkülüne götüren sosyal süreçlere dinî olarak bakabiliriz.” Din, insan organizmasının, biyolojik tabiatını aşmasıyla ilgilidir. Tek başına beşerî organizmanın nesnel bir anlam evreni oluşturmasına imkânı olmadığını da ifade eden Luckmann, bunun diğer organizmalarla birlikte olacağını ve bu şekilde “Ben” hâline gelerek biyolojik doğanın aşıldığını dile getirir.
Bizim burada üzerinde duracağımız nokta Luckmann’ın kullandığı “aşkın” teriminin metafizik manâda bir aşkınlığa işaret etmemesidir. Aşkınlık, Luckmann’da öncelikle toplumsal ilişkilerle nesnelleşmiş, nesiller boyunca aktarılarak sosyal geleneğin anahtarı hâline gelen ve kökeni bireyin biyolojik doğası olan davranışlarla ortaya çıkar. Yani aşkınlığın kaynağı, sosyo-kültürel yapıyla bireyden bağımsızlaşıp nesnelleşen zihinsel süreçlere doğru evrilen biyolojik tabiattır.
Dinî icralar bireylerin eylemleridir ve “anlamsız” psikolojik süreçler, biyolojik ihtiyaçlar alt katmanına dayanmaktadırlar. Luckmann’ın dinî fenomenlerin kökenini biyolojik tabiat üzerine kurması, fonksiyonalist ekolün kurucu babalarından Durkheim’dan başlayarak diğer fonksiyonalistlerde ve evrimci antropologlarda görülen (ör. Malinowski) ondokuzuncu yüzyılın bilim felsefesindeki dini gizemli veya doğaüstü bir kaynağa dayandırma hususundaki şüpheciliklerine kadar geri gitmektedir.
Luckmann’ın dine, klasik sosyoloji ve antropolojideki dinin kökeniyle ilgili yaklaşımları andırır bir bakış açısı içinde yaklaştığını söyleyebiliriz. Luckmann’ın belki de tek farkı bireyde veya toplumdaki falan ya da filanca olguyu dinin nihaî temeli olarak öne sürmemesi ve sosyolojisini fazlasıyla spekülatif bulduğu klasik yaklaşımlara benzer şekilde kurgulamamasıdır.
Ondokuzuncu yüzyıl bilim anlayışının maddeci uzantılarının modern dönem sosyal bilimi içinde ne ölçüde hâlâ kendine yer edebildiğinin de bir ispatı olan Luckmann’ın insan bedenine atfettiği kutsal nitelik, aynı zamanda modernitenin geleneksel kutsal değerleri ne ölçüde tersine çevirdiğinin de kanıtıdır.
Dinî Anlamın Kurumsallaşması, Dünya Görüşü ve Kutsal Kozmos
Bireyi aşan yönüyle Dünya Görüşü, dinî bir işlev görmektedir ve insan toplumunda evrenseldir. Toplumsallaşma da Dünya Görüşünün içselleşmesinden oluşmaktadır. Dünya görüşü evrenseldir, fakat dünya görüşünü toplumda “resmen” temsil eden dinî kurumlar evrensel değildir. Luckmann için dinî kurumlar değil kurumların temelini oluşturan fenomenler evrenseldir. Fenomenler, yani bireysel ve toplumsal düzenin ilişkilerinde tüm toplumlarda benzeri fonksiyonlar icra eden anlamlar evrenseldir.
Dünya Görüşleri bireylerin eylemiyle icraya dökülürler; bu yüzden hem bireylerin psikolojik, biyolojik ihtiyaçlarıyla hem de kurumsal denetimlerle belirlenirler. Toplumlarda kutsal kozmosun nesnelliği ve toplumsal geçerliliği o toplumun karmaşıklığı ölçüsünde gelişen kurumlarla desteklenir. Daha basit toplumlarda kutsal kozmosla bağlantı, toplumsal rollerdeki farklılaşmada kendini gösterir. Yüksek medeniyetlerde ise akrabalık kurumlarından farklılaşmış kurumsal yapıların ortaya çıktığını görürüz. Ancak kurumların tam olarak hususîleşmesi ve “özerkliği” Batı tarihinde Yahudi-Hıristiyan geleneğinde ve Luckmann’ın aynı geleneğe benzer gördüğü İslâm’da da bir dereceye kadar ortaya çıkmıştır.
Genel manâda kurumsal yapı kutsal kozmosun Dünya Görüşü içindeki yerinin de daha da özgülleşmesinden ve farklılaşmış sosyal tabakalaşmadan doğar. Ancak bir kez din, kurumsallaşıp kendine has bir “mantık” geliştirdiğinde “din” ve “toplum” arasında ayırımlar ve hatta gerilimler gelişebilmektedir.
Dinî anlamın kurumsallaşması konusunda Luckmann’ın söyledikleri, Batı Hıristiyanlığı’nın tarihî süreçte kendi içinde geliştirdiği önce bireysel karşı duruşlarla daha sonra da bu duruşu da bir ölçüde kurumsallaştırmış Protestanlıktaki gelişmeleri modern dönem din olgusunun “meşrû” gelişme yönü olarak göstermesi, yazarın eleştirdiği “etnosentrik” bakış açısının bir başka şekilde kendisinde de mevcudiyetini gösteren bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.
Modern Toplumda Din: Bireysel Dindarlık
Modern sanayi toplumlarında dinin yeriyle ilgili son dönem sosyologlarınca yapılan kilise yönelimli araştırmalar, çağdaş dünyanın gittikçe artan bir şekilde daha az dinî hâle geldiği ve modern bireyin anlamını kaybettiğini ispatlama çabasında görünmektedirler. Luckmann bu araştırmaların modern toplumda dinin yok olmaya doğru gittiğiyle ilgili ulaştığı hükmü, araştırmacıların dinî kurumsal yapıdan ibaret görme önyargılarından kaynaklandığını ileri sürerek eleştirir. Ona göre dinin evrensel ve hususî olmayan toplumsal formu Dünya Görüşü, hususî formu da özgül toplumsal formlar olarak gelişen dinin “resmî” modeli yani kilisedir.
Luckmann’a göre kilise ile kutsal kozmos ve Dünya Görüşü arasında da kurumsal yapıyı oluşturan karmaşık sosyal yapı sebebiyle tam bir özdeşlikten söz edilemez. Luckmann, modern dünyadaki din olgusuna,
- a) Dinin geleneksel, “resmî” kurumsal modeli,
- b) Bireyde yoğunlaşan öznel anlam evreni şeklinde temel iki alan üzerinden yaklaşmaktadır.
Luckmann için kurumsal din, dinin yalnızca bir biçimidir ve modern toplumda “resmî” model ile bireysel “nihaî” anlam sistemi arasındaki uyumsuzlukların gittikçe artmasıyla ikincil bir öneme indirgenmiştir. Ancak dinin “resmî” modeli ile bireysel “nihaî” anlam sistemi arasında tam uyum söz konusu olmasa da ikisi arasında tam bir uyumsuzluğun da olamayacağını ifade eder.
Luckmann, Hıristiyanlığın geleneksel formunun çöküşünü seküler ideolojiler, ateizm veya benzerine dayandırmaz. Ona göre bu uzun ve karmaşık bir toplumsal sürecin bir yönüdür ve geleneksel Hıristiyanlığın çöküşünden sonra onun yerini dinin yeni sosyal şekli alabilir. Bu değişimi “devrimci” olarak nitelemekle onda olumlu bir yön bulan Luckmann, çağdaş toplumda dinin değerlendirilmesi hususunda geleneksel dinî formların bir ölçü olarak işlev göremeyeceğini açık bir dille ifade etmektedir. Her ne kadar modern dönemde dinin nasıl bir yapıya bürüneceği konusunda geniş açıklamalarda bulunmasa da Luckmann, modern dönemde kutsala ilişkin bazı hâkim temalarla bu dönemde dindarlığın birey temelli olacağının işaretlerini verir.
Luckmann’a göre “Din, temel bir antropolojik olguda köken bulur ki, o da şudur: Beşerî organizmaları sebebiyle biyolojik doğanın aşkınlığı. Aşkınlık hususundaki bireysel beşerî potansiyel, esasen, yüz yüze durumların karşılıklılığına dayanan toplumsal süreçlerde gerçekleşir. Bu süreçler, nesnel dünya görüşlerinin inşasına, kutsal evrenlerin açıklanmasına ve muayyen şartlar altında, dinin kurumsal hususîleşmesine yol açar. Böylece, dinin toplumsal formları, belli bir anlamda, bir bireysel dinî fenomen olan şeye, yani, beşerî öznelliklerarasılık matriksinde bilincin ve vicdanın bireyleşmesine dayanır.
Dünya Görüşü, dinin evrensel bir toplumsal formu, benzer şekilde, şahsî kimlik de bireysel dindarlığın evrensel bir formudur. Eğer bir birey, kutsal bir kozmosun nesnel gerçekliğin bir parçasını oluşturduğu bir toplumda dünyaya gelirse, söz konusu birey, kutsal kozmosu hususî dinî temsiller formunda içselleştirecektir. Kutsal kozmos, Dünya Görüşü içerisinde ne kadar açık bir şekilde ifade edilirse, içselleştirilen dinî temsillerin söz konusu Dünya Görüşü içerisinde sosyalleşen bireylerin bilincinde nispeten farklı bir ‘dinî’ tabakayı teşkil edeceği de o kadar çok muhtemeldir. Luckmann, birey, kutsal kozmos, sosyalleşme vs. temelinde bireysel dindarlığı izah etmeye çalışır. Ona göre kutsal kozmos, sosyal yapıda iyice yerleştiğinden dolayı birey, birincil sosyalleşme boyunca ve daha sonrasında içselleştirilecek olan dinî temsillerin kendisinde, dinî konularda hususîleşmemiş çeşitli kurumlar tarafından güçlendirildiği birçok toplumsal durumla karşı karşıya gelir.
Luckmann’ın yaklaşımında “Bireysel dindarlığın teşekkülü, dinin hazır-yapılı ‘resmî’ modeli tarafından zorunlu olarak belirlenir. Bununla birlikte, ‘resmî’ modelin bireysel dindarlığın gelişimi üzerinde uyguladığı baskının derecesi, belli sınırlar içerisinde değişebilir. Ancak, sekülerleşmenin başlamasından önce, tipik sosyalleşme süreci, –dinin bu sosyal formu tarafından nitelendirildiği toplumlarda– bireysel dindarlığın kilise-yönelimli dindarlık formlarında gelişmesine yol açar. Bu yüzden bu tür toplumların tipik üyeleri için, ‘nihaî’ anlam meseleleri, ‘resmî’ modellerinde hususîleşen dinî kurumlar tarafından dinî olarak belirlenen meselelerdir. Böylece bireysel dindarlık, somut bir şekilde, tarihsel bir kilise tarafından şekillendirilir.
Dinin “resmî” modeli ile öznel “nihaî” anlam sistemi arasında tam bir uyum söz konusu değildir. Çünkü;
Nispeten basit toplumların üyeleri için kutsal kozmos ile içselleştirilmiş “nihaî” anlam sistemi arasında yüksek dereceli bir uyum olsa da dinin “resmî” ve kurumsal özelleşmesinin gerçekleştiği karmaşık toplumlarda böyle bir uyumdan söz edilemez. Çünkü bu tür toplumlarda Dünya Görüşü türdeş bir yayılım göstermez. Bir başka deyişle dinin tam kurumsal özelleşmesinin şartlarının ve “resmî” model ve bireysel dindarlık arasındaki tam uyumluluğun gerekleri birbirlerini dışlamaktadır.
Dinin kurumsal özelleşmesinin diğer bir problemi, dinin “resmî” modelinin önceleri hâkim olan bireysel “nihaî” anlam sistemlerini birlikte belirleyen “nesnel” toplumsal şartlarından daha yavaş bir oranda değişmesidir.
Özerk ekonomik ve politik kurumlarda gelişen “seküler” normların, dinî normların küresel iddiasının aleyhinde gündelik yaşamda etkinliğini arttırmış olması. “İcraların de facto bütünleşmesi, bu problemlerin anlamının aldatıcı biyografik kategorilerde bir bütünleşmesini henüz sağlamaz.” Dinî temsillerin işlevlerinden biri bireye hayatın değişik alanlarında anlamlı bir davranış bütünleşmesi için “nesnel” bir model sağlamaktır. Dinin kurumsal özelleşmesi anlamın bütünleşmesi için model oluşturan temsillerin etkinliğini zayıflatan veya tahrip eden daraltılmış bir alan meydana getirir.
Din ve Dil
Dil, din sosyolojisinin en can alıcı konularından biridir; zira dil, dinin de önemli bir boyutunu teşkil ettiği toplumda varlık bulan sosyo-kültürel bir olgudur. Dil, her yönüyle toplumda, toplumsal zeminde, toplumsal ilişkiler düzleminde varlığa çıkar. İnsan dille gerçekliğini toplumsal alana taşır ve aslında böylece varlık bulur. Toplum, dil aracılığıyla iletişim ve etkileşimlerle gerçeklik kazanır. Toplumsal bağlamda din ile dil arasında karmaşık etkileşimler vardır. Nitekim toplumsal bir olgu olarak dil, Luckmann’ın genel sosyolojisi için olduğu gibi din sosyolojisi için de önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Luckmann’ın din sosyolojisi veya din kuramı, dil sosyolojisinden ciddî ölçüde yararlanır.
Luckmann’a göre dil, toplumsal hayatta birey-toplum diyalektiğinde çok önemli görevler üstlenir. Bir “Dünya Görüşü”nün, içinde toplumsal olarak nesnelleştiği en önemli form, dildir. Bir dil, en kapsamlı ve aynı zamanda yorumun en yüksek derecede farklılaştırılmış sistemini ihtiva eder. Bu sistem, prensip olarak toplumun herhangi bir üyesi tarafından içselleştirilebilir ve bütün üyelerin tüm tecrübeleri, potansiyel olarak söz konusu sisteme yerleştirilebilir.
Hem açık hem de bağlamsal unsurlar birlikte, dilin iç formunu oluştururlar. Bu formların, evrenin kapsamlı bir modelini temsil ettikleri söylenebilir. Birey ana dilini öğrenir ve onun iç formunu içselleştirirken, bir tarihî Dünya Görüşünün “doğal” mantık ve tasnifini devralır. Hazır çözümlerin bir haznesi ve problem çözme işlemlerinin bir matriksi olarak Dünya Görüşü, dilin aracılığı olmaksızın kavranamayan bir şekilde bireyin hafızasını, düşüncesini, davranışını ve algılayışını rutin bir hâle getirir ve istikrar kazandırır. Dil vasıtasıyla Dünya Görüşü, bireye hem içsel, hem de toplumsal olarak sürekli bir şekilde ulaşılabilir olan bir anlam kaynağı şeklinde işlev görür.
Din ve Meşrûiyet
Pek çok toplumsal boyut ve işlevi bulunan, fakat işlevlerine indirgenemeyecek olan dinin, gerçekten de en önemli toplumsal öz, işlev ve boyutlarından biri, meşrûiyet kazandırma, yani meşrûlaştırımdır. Meşrûiyet, genel olarak konuşmak gerekirse, sübjektif veya objektif alanlarda ortaya çıkan veyahut var olan bir durumun gerçekliğinin, verili bir bilgi vasıtasıyla fert veya toplum katında geçerliliğini, izah olunmuşluğunu ve haklılığını ifade eden bir mekanizma veya kurumdur.
Luckmann’ın sosyolojisinde meşrûiyet ve meşrûlaştırım anahtar konu ve olgulardandır. Dolayısıyla dinin meşrûlaştırım işlevi ve boyutu, onun din sosyolojisinde oldukça önemli bir konudur. Luckmann’a göre genel olarak meşrûiyet ve meşrûlaştırım, toplumsal hayatın ayrılmaz bir boyutunu teşkil ederken dinî meşrûiyet ve meşrûlaştırım da dinin toplumsal boyutları çerçevesinde en önemli noktalardan birini teşkil etmektedir.
Luckmann’ın din ve meşrûlaştırım yaklaşımında “geleneksel toplum düzeni ve devletlerinde geçerli olan meşrûlaştırım, ‘üst’ten tradisyonel meşrûlaştırım tipidir. Buna belki semavî meşrûlaştırım da denebilir. Diğer meşrûlaştırım tipi ise içten meşrûlaştırımdır. İçten meşrûlaştırım kurumsal alanların normlarının gittikçe sekülerleştiği, sosyal yapının kurumsal olarak bölümlendiği, geleneksel olanın eridiği toplum düzenlerinde geçerlidir. Bu toplum düzenlerinde, çeşitli kurumsal, özellikle ekonomik ve siyasî alanlarda olagelen normlar, giderek işlevsel rasyonellikle meşrûlaştırılır. Luckmann, birinci tipe meslek ahlâkı ve kralların ilâhî haklarını örnek verirken, ikinci tipe ise verimlilik ve bağımsızlığı örnek vermektedir.”