Peter L. Berger’in Din Sosyolojisindeki Yeri ve Önemi
Betül Katırcı Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi / İlahiyat Fakültesi Lisans 4. Sınıf Öğrencisi
1929’da Viyana’da dünyaya gelen ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra henüz 17 yaşındayken, kendi ifadesiyle “genç, fakir, Avrupalı ve Lutheryan” olarak ailesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Peter Berger 1949’da Wagner College’dan Edebiyat Fakültesi diplomasıyla mezun oldu. Çalışmalarına New York’taki The New School’da devam etti. 1950’de yüksek lisansını alan Berger 1954’te doktorasını tamamladı. Sosyolojik teori, din sosyolojisi ve Üçüncü Dünya ülkelerinin gelişmeleri üzerine çok sayıda kitap ve makaleleri bulunan Berger’in çalışmalarının bir kısmı Dünyanın değişik dillerine de çevrilmiştir. Berger, 27 Haziran 2017 tarihinde ABD’de (87 yaşında) hayatını kaybetti.
Yukarıda kısa hayat hikâyesinden bahsettiğimiz Berger’in dini nasıl tanımladığına ve onun işlevlerine dair görüşlerinden bahsedecek olursak. Berger, dini, “bir toplumdaki fertlerin en yüksek iyi olarak kabul ettikleri her şey” olarak tanımlar. Ona göre din, “insan tarafından kurulan bir mana âlemidir”. Diğer bir ifadeyle din, “Anlamı insanı aşan hem de içine alan bir düzene inanmadır”. Berger, işlevselci bir bakış açısıyla dinin toplumsal işlevlerini irdeler.
Dinin hemen hemen bütün alanlarda bütünleştirici bir rolünün bulunmasının aşikâr bir şey olduğunu belirten Berger, işte bu role “sembolik bütünleştiricilik” adını verir. İnsanın bütün toplumsal ilişki ve davranışlarının sembollerle sıkı ilişki içerisinde olduğuna dikkat çeken Berger, dinin, bütün sembollere anlamı veren kuşatıcı bir mahiyet arz ettiğini ve mutlak sembollerin kaynağı olduğunu vurgular. Dinî işlevlerin, toplumsal kurumlara nüfuz ederek onların devamlılıklarını sağladığını belirten Berger, din ile ilgili görüşlerini daha sonra bir eserine isim olan kelime ile yani “şemsiye/kubbe” ile çok daha anlamlı ve kalıcı kılar: “Din, sosyal kurumlar ağının üzerini kaplayan, o olmadığı zaman yoksun kalacakları istikrar ve “doğruluk” görüntüsü veren bir kubbedir.”
Berger’in dine yaklaşımı, aslına bakılırsa onun modernleşme, sekülerleşme ve çoğulculuk konuları hakkında yapmış olduğu analizleriyle daha da berraklaşır. Zira özel anlamda sosyolojide, genel anlamda sosyal bilimlerin hemen tamamında tartışılan bu önemli konular, Berger’e göre dinin varoluşundan bugüne dek süregelen hayatında onu en fazla etkileyen olaylar arasında yer almaktadır.
Modernleşme ve Din
Her şeyden önce, Berger’in modernite ile ilgili şu önemli sözünü söyleyelim: “Modernlik, herhangi bir tarihi olay nasıl inceleniyorsa, o şekilde incelenmelidir”. Berger, modernliği anlamak için önemli bir soruyla işe başlar: “Modern diye adlandırılan dönem ve olayı diğerlerinden ayıran özellikler nelerdir?” Ona göre modernliğin iki özelliği vardır: Bunlardan biri, modernliğin kendinden önce gelenlerden sadece farklı değil, aynı zamanda onlardan üstün olduğu varsayımıdır. Diğeri ise büyük halk kitlelerinin modernlik hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları yolundaki sanıdır. Berger’e göre, modern üstünlük varsayımının kökü, Batı’yı en azından 18. yüzyıldan beri diğerlerine üstün kılma fikrinde yatmaktadır. Hâlbuki ona göre bu anlayış çok yanlıştır. Zira modernliğin en önemli göstergelerinden biri olarak kabul edilen «gelişme», deneysel olarak kanıtlanabilir bir şey değildir. Örneğin bir bilim adamı, 20. asrın New York’unun 15. asrın Floransa’sından üstün olduğu yolundaki inancına rağmen bir bilim adamı olarak konuyu incelerken bu inancını parantez içinde tutmalı, etkisi altında kalmamalıdır.
Peter L. Berger’in moderniteye dönük en dikkate değer ve orijinal söylemlerinden biri, onun, insanoğlunun içerisinde yaşamını sürdürdüğü evi/yuvayı modernitenin yıktığını ifade etmesidir. Berger’in buradaki evden kastının iki yönü vardır: Birincisi gerçek anlamda “evin yıkılışı”, ikincisi ve teorisinin asıl merkezini oluşturan kısmı ise mecazî anlamdaki ‘ev’ olan ‘din ’in yıkılışıdır. Berger’in bu mecazî anlamdaki “evin yıkılışı” söylemi, sosyoloji ve din sosyolojisinde oldukça meşhurdur.
Berger’e göre modernitenin ilk örneklerini görmeye başladığımız Rönesans ve Reform öncesinde bireylerin “ev” ile “işyeri” iç içeydi ve birbirlerinden bağımsız değillerdi. Aileler daha çok geleneksel büyük aile niteliği taşıyordu. Fakat 17. yüzyılda önce Avrupa’da, daha sonraları ise Amerika’da ailenin üretim birimi olmaktan çıkması ve üretimin fabrika, işyeri ve modern bürolara taşınması, bireyleri modern çekirdek aileler içerisinde yaşamaya mecbur etmiştir. Sanayileşmeyle birlikte ev ve işyeri, üretim ve tüketimin arası ayrılmış ve aile bireyleri işe gitmek için evden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Bu gelişme açık-soy ailesini, bütün toplum katmanlarını kapsamak üzere çözmüştür. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda her türlü yapıp etmelerin mekânı olan ev, modernleşmeyle birlikte önemli bir yıkıma uğramıştır.
Berger’in “evin tahribatı/yıkımı” ile ilgili dile getirmiş söylemlerinden İkincisi ve asıl önemlisi, modernitenin dinin tahribatına sebebiyet verdiğidir. Modern-öncesi dönemde din, hayatın en önemli merkezî fenomeniydi. İnsanların her türlü eylemleri, düşünüşleri, yaşam tarzları, dünyaya bakışları kısaca yaşamaya dair her ne varsa hepsi dinin öğretilerine göre gerçekleştiriliyordu. Çünkü din, toplumdaki bütün kurumların en üstünde Berger’in deyişiyle bir “kubbe/şemsiye” idi. İnsanların karşılaşmış olduğu olağanüstü şeyler, acı ve ıstıraplar, mutluluklar, kısacası her şey belirli bir kader çizgisi yönünde ilerliyor, her şeyi o belirliyordu. Bununla birlikte din, insanoğlunun hayatına anlam katan yegâne değerdi. Din sayesinde bireyler mutlu bir şekilde yaşamlarını sürdürüyor, karşılaşmış oldukları olumsuz durumlarda evlerine, yani “dine” sığınıyorlardı. Fakat moderniteyle birlikte bahsedilen şeylerin hemen hepsi alt-üst olmuştur.
Sekülerleşme ve Din
Modern çağın büyülü ve bir o kadar da muğlâk kelimelerinden birisi de bilindiği üzere sekülerleşme/dünyevileşmedir. Öyle ki sosyolojinin bir disiplin haline gelmeye başladığı günlerden bu yana genel anlamda sosyologların özel anlamda ise din sosyologlarının zihnini hayli meşgul eden kavramlardan birisidir.
Berger’in hayatı, sekülerleşme savunucusu ve karşıtı olmak üzere iki ana bölüme ayrılır. “Genç Berger” olarak isimlendirebileceğimiz “Berger’in Birinci Dönemi’nde, o, modern dönemde dinin bir kültürde paylaşılan ve herkesi içine alan insanî bir gerçeklik algısına sevk eden ve böylece insanı yabancılaşma tehlikesinden kurtaran kutsal şemsiye olma vasfını yitireceğini öne sürüyordu. 1960’lardan 1990’lara kadar sekülerizmin sıkı savunucusu olup “dinin krizini dillendirirken, “Berger’in İkinci Dönemi” diye adlandırabileceğimiz 1990’lardan itibaren ise tam zıt kutba geçerek sekülerizm karşıtı olmuş ve artık “sekülerizmin krizini” dillendirmeye başlamıştır.
Peter L. Berger ise 1967 yılında yayımladığı Kutsal Şemsiye isimli kitabında geleneksel sekülerleşme kuramını ve varsayımlarını savunduğu fikirlerinden vazgeçmiş; 1999 yılında yayımlanan Sekülerizmin Gerilemesi makalesinde tam tersi görüşü savunmuştur.
Berger’in Birinci Dönemi: Dinin Krizi
Berger’in bu dönemindeki sekülerleşme yaklaşımı özellikle Kutsal Şemsiye adlı eserinde oldukça belirgindir. Berger, “sekülerleşme” kavramının, modern Batı tarihinde tecrübî olarak mevcut ve büyük önem taşıyan süreçlere işaret ettiğini belirterek kendisinin bu kavramla, toplum ve kültür alanlarının dinî kurumlar ve sembollerin egemenliğinden çıkarıldığı süreci kastettiğini ifade eder. Sekülerleşmenin toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şeye karşılık geldiğini belirtir. Sanat, felsefe ve edebiyatta dinî içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir bakış açısı olarak yükselişinde gözlenebildiği gibi bu süreç, kültürel ve düşünsel hayatın tamamını etkisi altına alır. Dahası, burada sekülerleşmenin aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu kastedilmektedir. Nasıl toplumun ve kültürün sekülerleşmesi söz konusu ise aynı şekilde bilincin sekülerleşmesi de söz konusudur. Yani bu, modern Batı’nın dinî açıklamalardan yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir.
Berger’e göre her şeyden önce, dünyevileşmenin sokaktaki insanı etkilediği en çarpıcı yönlerinden biri, dinde bir güvenilir olma bunalımı doğurduğu yöndedir. Çünkü bir açıdan dünyevileşme, realitenin geleneksel dinî tanımlamalarının makul olma özelliklerinin topyekûn çöküşüyle sonuçlanan bir gelişmedir. Dünyevileşmeyi, ancak modern toplumdaki somut alt-yapısal süreçlerin bir yansıması olarak gözükecek biçimde çözümlemek mümkündür. Dünyevileşme, dinin üzerinde o denli etkindir ki, onun etkisi altında olan din bugün ancak “bağımlı bir değişken” olarak ikna edici bir biçimde tahlil edilebilir.
Berger’in İkinci Dönemi: Sekülerizmin Krizi
Berger’in fikirlerindeki değişimin ilk örneklerinin iyice belirginleştiği yer 1997 yılında National Interest’te yayımladığı “Sekülerizmin Gerilemesi” adlı makalesidir. Bu makalesinde genel olarak dünyanın hemen her tarafındaki inanç fotoğrafının, sekülerleşme konusunda kendisinin yanıldığına kanıt teşkil ettiğinden bahsetmektedir. Ona göre bir zamanlar bu teoriyi savunmak için gerekli sebepler olsa da bugün bunu söylemek ihtimal dâhilinde değildir. Çünkü bugün itibariyle modern toplum yakından incelendiği zaman, din ve sekülerizm çekişmesinde garip bir yer değişiminin olduğu görülür. Şöyle ki: “Modern dünyada önceleri din kriz yaşarken şimdilerde sıra sekülerizme gelmiştir.
Bir dünya görüşü olarak sekülerizm, Aydınlanma düşüncesiyle aynı kaderi paylaşarak son zamanlarda önemli bir sarsıntı geçirmiştir. Bu da tabiatıyla dinin modern toplumdaki durumunu ve geleceğini etkilemektedir”.
Din sosyolojisinin son dönemdeki en önemli başarısının, bir zamanlar ağza bile almaya cesaret edilemeyen sekülerleşme teorisinin reddi olduğunu belirten Berger’e göre bunun nedeni, felsefî ya da teolojik anlamda yaşanan değişiklikler değil tezin, ABD de dâhil olmak üzere dünyanın dört bir yanında elde edilen deneysel bulguları açıklamada yetersiz kalışıdır. Öğrencilerine bir teolog veya filozof olmaya göre sosyolog olmanın en zevkli yanının bu olduğunu söylediğini belirten Berger’e göre bir sosyolog inandığı teoriler ve onu destekleyen bulgular varken, zamanla bunların doğru olmadığını ya da yeni delillerle yanlışlandığını görebilir.
Çoğulculuk ve Din
Berger’in düşüncelerinin temelinde yer aldığını öne sürdüğümüz üçlü sacayağının üçüncü ve son ayağı, onun sekülerleşmenin “ikiz kardeşi” olarak tanımladığı çoğulculuk olacaktır. Zira Berger’in bu tezi de en az sekülerleşme ya da modernleşme konusundaki görüşleri kadar önemlidir. Her şeyden önce Berger’in konuyla ilgili en önemli sözünü dile getirelim: “Modernleşme kaçınılmaz olarak herkesin iddia ettiği gibi sekülerleşmeye değil, çoğulculaşmaya yol açar”.
Berger “çoğulculuk” kelimesini kısaca şu şekilde tanımlar: “Farklı dünya görüşü olan toplumlarda, yurttaşlık barışı şartları altındaki değer sistemlerinde ve insanoğlunun birbiriyle etkileşim halinde bulunduğu yerlerde, aynı yerde var olma durumu”. Modern dönem öncesinde bireyin hayatının merkezinde kaderin ön planda olduğuna dikkat çeken Berger bu dönem insanlarının yaşamlarında, gündelik meşgalelerinde, düşüncelerinde, umutlarında ve beklentilerinde, başına gelen şeylerde, kısacası hemen her şeyde kadere razı bir durum olduğuna işaret etmiştir. Modern dönemde ise durum değişmiş, modern öncesi dönemde merkezî bir konumu olan kader arka planlara itilmiş ve kişinin akıl ve mantığıyla yaptığı, yöneldiği seçimler önem kazanmıştır. Berger’e göre bunun en belirgin örneği doğum olaylarında ve değişen hamilelik anlayışındadır. Modern öncesi dönemde hamile kalmak tamamen kadere irca edilen bir özelliğe sahipken, modern dönemde hamileliği önleyen ilaçların ortaya çıkması bu olayı kader çizgisinden çıkarmıştır. Aynı şekilde doğum kontrolü, aile planlaması gibi modern dönemde ortaya çıkan anlayışlar da doğum olaylarını kader meselesi olmaktan ziyade modern bireylerin kendi akıl ve mantıklarıyla yaptıkları seçim haline gelmiştir. Kısacası Berger’e göre önceden kaderin aldığı yeri, şimdi birtakım seçimler almaktadır. Ya da kader artık karara dönüşmüştür.
Berger’in din ile çoğulculuk arasında kurmuş olduğu ilişkiler konusunda en dikkate değer söylemlerinden biri, çoğulculuğun ortaya çıkardığı dinlerin “pazarlanmak” zorunda kalacağını ve dolayısıyla dinî bir piyasanın oluşacağını öne sürmesidir. Ona göre din bundan böyle “satın almak” zorunda olan bir müşteriye “satılmalıdır”. Bu durumda bireylerin seçim yapmak zorunda kaldıkları dinî bir market ortaya çıkmaktadır.
Sonuç
Peter L. Berger geçirmiş olduğu entelektüel dönüşümleriyle bugün sekülerleşmenin lehinde ve aleyhinde konuşlanan her iki düşünür grubunun da atıf yaptığı bir isim olmuştur. Zira bugün sekülerleşmenin halen sıkı savunucusu olan pek çok sosyoloğa görüşleriyle ilham veren Berger, akademik ve entelektüel dünyayı şaşırtacak şekilde karşı cenaha geçmiştir. “Dinin krizinden” “sekülerizmin krizine” olan bu yolculuk elbette ki çeşitli akademik ve sosyo-politik sorgulamalara konu edilebilir. Fakat açık olan bir şey var ki o da insanın varoluşunu anlamlandıran dinî düşüncenin, klasik sosyologların öne sürdüğü gibi, ortadan kaybolup gitmeyeceği gerçeğidir. Zira modernite, yeni imkânlar sunmuş ve bireylerin zihin dünyalarını önemli ölçüde değiştirmiş olsa da insanlığa vaat etmiş olduğu “mutlu insanlık” formülünü gerçekleştirememiş, savaşların ve sıkıntıların olmadığı dünya cennetini tesis edememiştir. Dolayısıyla insanlığın yaşamış olduğu onca değişime ve dönüşüme rağmen dine olan inanç ve ihtiyaç halen modern bireylerin de zihin ve gönül dünyalarında yer etmekte, dinî duygu ve düşünceler dünya ölçeğinde yeni toplumsal ve siyasal olaylara sebebiyet vermektedir. Bununla birlikte zamanın ruhuna uygun olarak dinin farklı anlaşılma ve yorumlanma şekillerinin ortaya çıkması ve dinî hayatın farklı hüviyetlere bürünmesi de kaçınılmaz görünmektedir.
Kaynakça
Ali Coşkun, Çağdaş Sosyal Teoride Din, Hazırlayan; Cevat Özyurt. Ejder Okumuş. Ankara: Hece Yayınları, 2016.