Peter L. Berger (1929-2017) Fenomenolojik Din Sosyolojisi
Yirminci yüzyılın en üretken sosyologlarından biri olarak kabul edilen Peter L. Berger, eserlerine bakarak birçok yazarın onu “Bergerci” diye nitelendirdikleri bir “düşünce okuluyla” özdeşleştirecekleri kadar bağımsız bir sosyal düşünce geleneği başlatan bir sosyolog durumundadır. Bu onun kültürü, sosyolojik bir diyalektik içerisinde yerleştirerek açıklamasında daha fazla belirginleşmiştir. Ona göre kültür bir araya geldiklerinde toplumsal hayatı mümkün kılan şu üç aşama yahut adımdan oluşan diyalektik bir süreçtir: Dışsallaşma, Nesnelleşme ve İçselleşme.
Dışsallaşma, insanların hem fiziki hem de zihni faaliyetleri olarak dünyaya doğru sürekli biçimli yönelimlerdir. Nesnelleşme, bu dışa doğru oluşan realitenin sonucunda ulaşılan bir noktadır. İçselleşme ise, bu realitenin kendisini bir kez daha objektif dünyanın yapılarından sübjektif bilincin yapılarına aktarırken insanlar tarafından tekrar kendi kendilerine mâl edilmesidir. Dışsallaşırken toplum, bir insan ürünüdür. Nesnelleşirken, kendi şahsına münhasır olur. İçselleşme sürecinde de insan artık toplumun bir ürünü olmuştur.
Berger, insanın özellikle küreselleşmeyle beraber, bir “tercih terörüyle” karşı karşıya olduğunu belirtir. Bu tercih teröründen kasıt, bireyin günlük yaşantısında, yemekte, giyimde, kitapta, internette vb. hayatının nerdeyse her alanına pek çok çeşitlilikle karşılaştığını ve kişinin bu çeşitlilik karşısında her an bir tercihte bulunma durumunu tercih terörü olarak nitelendiriyor. Bu tercih teröründen insanı kurtaracak olan araç dindir. Din, insana bir “zihin konforu” sağlar.
Hem genel sosyoloji hem de din sosyolojisi alanındaki çalışmalarıyla fenomenolojik sosyoloji ekolünün en önde gelen bir temsilcisi olarak kabul edilen Berger, pozitivist sosyolojiye ve dolayısıyla sosyal davranışın meydana gelişinde bireysel aktörler yerine sosyal güçlerin önceliğini ve etkinliğini savunan anlayışa bir tepki olarak doğan ve aslında anlayıcı sosyolojinin bir devamından ibaret bulunan fenomenolojik sosyoloji anlayışının başarılı bir uygulayıcısıdır. Bu ekol tıpkı anlama gibi sosyal olayların dışa yansıyan görünümlerinden anlam dolu özlerine ve iç manalarına nüfuz etmeye çalışan bir sosyoloji akımıdır. Felsefi fenomenolojinin sosyolojiye uygulanması sonucunda ortaya çıkmıştır.
Bir kavram olarak fenomenoloji çift kutuplu bir anlama sahiptir. Fenomenoloji dışardan bakıldığında bir fenomenin görüntüsünden iç anlamına nüfuz etmeyi ve dolayısıyla onun özünü kavramayı ifade ederken, içeriden bir bakışla gizli ve örtülü olan “kendinde şeyin” görünmekle kendini açması (İslam düşüncesindeki Keşfü’l Mahcûb) olarak tanımlamak mümkündür. Zaten kelimenin ilk kullanıldığı Husserlci felsefi tanımlamada bu özellik dile getirilmektedir.
Bir yöntem olan fenomenoloji kimi çevrelerde nitel ve insancı bir sosyolojiye yönelik yeni bir ilgi uyandırmışa benzemektedir. Dinî araştırmalardaki kullanımı ise şu yönlerden belirginlik kazanmıştır. Öncelikle o, dine karşı yanlı olmayan ve değer yargısından bağımsız bir yaklaşım, ikinci olarak, kültürler arası ve dinler arası mukayeseli çalışmalar için uygun bir yöntem ve nihayet Kutsal’ın hem ötesindeki nihai gerçekliği hem de onun bu dünyadaki toplumsal tezahürleri üzerindeki bütün etkilerini “parantez içine alan” bir tasvirini sağlayan fakat onu açıklamayan bir yöntem olarak kendini göstermektedir.
Kendisini iki şapkalı adam ve sosyoloji ve teolojinin çifte vatandaşı olarak niteleyen Berger, bu yöntemi uygularken hem kutsalın dinamiğini hem de toplumsal alt yapının dinamiğini karşılıklı bir ilişki çerçevesinde korumaya azami özen gösteren bir sosyolog izlenimini vermektedir.
Berger’in “The Sacred Canopy’si” esas alınmak suretiyle görüşleri tahlil edilecek olursa bu çalışmada, sosyolojinin hitap dünyasında, söyleminde kalarak din hakkında teorik bir denemede bulunduğu ve çok sistematik görüşler ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi sosyolojiye genellikle yanı başındaki akademik disiplinlere müdahale eden ve sömürgeci bir disiplin gözüyle bakıla gelmiştir. Her ne kadar bu bakış kimi akademik çevrelerde tersine dönmüş gözükse ve kendisi bizzat en fazla sömürülen bir bilgi dalı haline gelmiş olsa da onun doğasında böyle bir eğilim vardır. Çünkü sosyal hayatın ve orada meydan gelen sosyal olayların karmaşıklığı onların kavranmalarında çok sayıda bilgi dalının iştirakini gerekli kılmaktadır.
Berger’e göre bilimler tarihinde fiziki (doğal) bilimlerle metafiziki (dinsel, teolojik) bilimlerin arasının açılmasında, Weber’in deyişiyle “dünyanın büyüsünün bozulmasına” kadar varan bir çekişme gerçekten var olmuştur. Ama teolojik düşüncenin özüne en tehlikeli ve en duyarlı meydan okumalar, esasen, beşeri bilimler, özellikle de sosyolojinin iki öncül bilimi olan tarih ve psikolojiden gelmiştir. Tarihinki daha çok -Hıristiyanlık için elbette- Tevrat ve İncil’de yer alan kitapların farklı kaynaklarının bulunması ve Hz. İsa’nın hayatı hakkındaki rivayetlerin çelişkilerinden yola çıkarken, özellikle Freud’tan sonraki Psikolojinin meydan okumaları dine, insan arzu ve ihtiyaçlarının görkemli bir yansıtması olarak bakmakla ilgiliydi. Bu iki disiplin birlikte teolojiyi tam anlamıyla bir izafilikler girdabının içine çekti. Ama tarihinkiler psikolojinin iddialarına göre daha ciddi görünmektedir. Sosyolojinin teolojiye açtığı izafilik baş ağrısı ise hepsinden daha acıtıcı ve daha keskin olanıydı. Onun meydan okumasının en göze batan tarafı sosyolojik araştırmanın ilahiyatçıya kendisinin çağdaş toplumda bir azınlık statüsü işgal ettiğine ve bu statüye mensup olduğuna dair bir duygu vermesidir.
Berger’e göre din, kendisiyle kutsal bir kozmosun inşa edildiği beşeri bir girişim ve iki adımdan oluşan bir yasallaştırma sürecidir. Öncelikle O, kendilerine nihai olarak geçerli ontolojik statüler bahşetmek, yani onları kutsal ve kozmik bir başvuru kaynağına yerleştirmek suretiyle toplumsal kurumları meşrulaştıran, ikinci olarak ise; içerisinde günlük yaşamlarıyla insanların var olduğu toplumsal olarak kurulan anlam dünyalarının gerçekliğini muhafaza etme işlevi gören bir süreçtir. Dolayısıyla Berger’e göre din toplumsal işlevselliği ve buna bağlı olarak bir sosyal düzen ve mana arayışı süreci olması bakımından anlam kazanmaktadır.
Berger’in üzerinde durduğu bir başka konu da din ile çağdaşlık ve din ile sekülerleşme (dünyevileşme) arasındaki ilişki sorunudur. “Kutsal Şemsiye” kitabının ikinci bölümü tamamen din sosyolojisinin önemli ve gözde konularından birisi olan dünyevileşmeye ve onun fenomenolojik sosyolojisine ayırmıştır. Ona göre din ve çağdaşlık arasındaki karşılaşmada Protestanlık örneği model bir örnektir. Dünyevileşme çoğulculuğun ikiz kardeşidir. Dünyevileşmenin kökenleriyle ilgili çok farklı teoriler vardır. Bunları dini, felsefi ve sosyolojik olarak sınıflandırmak mümkündür. Dini açıdan, Kitab-ı Mukaddes’in takdim ettiği Tanrı anlayışı ve Yahudiliğin tarihiyle çok yakından bağlantılı Tanrı anlayışı dikkatimizi çekerken, felsefi açıdan bilimsel akılcılık ve modern bilim, sosyolojik açıdan ise sanayileşme, şehirleşme ve toplumsal çevrenin çoğulculuğu gibi bir dizi etkeni sıralamak mümkündür. Berger’e göre dünyevileşmenin esas salgılayıcısı bir bütün olarak Batı medeniyeti, modern ekonomi ve modern bilimdir.
Kaynak:
Özcan Güngör; Basılmamış Ders Notları
Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu; Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi