Georg Wilhelm Friedrich Hegel
Merve Betül Çiftçi- mbetul90@gmail.com
(27 Ağustos 1770, Stuttgart – 14 Kasım 1831, Berlin)
Hegel, günümüzde Almanya’nın güneybatısında yer alan Stuttgart, Württemberg’de dünyaya geldi. Felsefe ve Teoloji okuduğu Tübingen Üniversitesi’ni 1793’te bitirdi. Beklentilerin aksine kilisede görev almayıp bir süre özel öğretmenlik yaptı. 1801’de Jena Üniversitesi’nde Mantık ve Metafizik dersleri vermeye başladı. 1807’de Üniversitedeki görevinden ayrıldı, on yıl kadar lise müdürlüğü ve gazete editörlüğü yaptı. 1817 yılında Heidelberg Üniversitesi’nde göreve başladı. Bir yıl sonra Berlin Üniversitesi Felsefe Kürsüsü’ne geçti. Derslerinde estetik, din felsefesi ve tarih felsefesi konularına odaklandı. Tinin Görüngübilimi (1807), Mantık-I, II, III (1812-1816), Felsefî İlimler Ansiklopedisi (1817), Hukuk Felsefesinin İlkeleri (1821), hayatta iken yayınlamış eserleridir. Hegel ömrünün son yıllarını Berlin’de geçirdi. 1831 yazı ve sonbaharı boyunca süren kolera salgınının son kurbanlarından biri oldu. 14 Kasım’da kısa süren bir hastalıktan sonra aniden ölmüştür. Ölümünden sonra Tarih Felsefesi, Estetik, Din Felsefesi adlı ders notları yayınlanmıştır.
Hegel, Kant‘ın felsefesine inanmakla beraber onun fikirlerini yetersiz buluyordu. Kant’ın aksine insanların her şeyi öğrenebileceklerine inanmıştı. Hegel’e göre dünya demek mantık demekti. İnsanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardı. Hegel’in felsefesi, felsefe tarihini özetlemesi ve aşmasının yanı sıra, çağımızın çeşitli düşünce akımlarına kaynaklık etmesi bakımından önem taşır. Hegel, tinin (zihnin) tarihini kapsayan ve aşan bir bireşim yapmaya çalışmıştır.
Tarihteki Diyalektik Akıl
Hegel’e göre, tin, doğanın ve tarihin içindedir. Başka bir deyişle, “akılsal olan her şey gerçektir ve gerçek olan her şey akılsaldır.” Dünya tarihi, somut bir etki gösteren metafizik ilke olarak, tinin tarihidir; tinin kendisini adım adım açarak ortaya koyuşudur. Tin, dünyayı hareket ettiren öğedir ve böyle olması bakımından, diyalektik bir süreç uyarınca, tarihsel olarak ortaya çıkar. Tin, kendini, kendisinden başka olanda (sözgelimi, maddede) olumsuzlar ve adım adım kendini ortaya koyar, kendini hem aşar, hem de korur.
Tarihin akılsal bir anlamı, bir amacı vardır ve buna karşılık, akıl da, tin de, bir oluş doğuran tarihsel ilkelerdir. Akılda, tin de, kendilerini ortaya koyarlar ve daha sonra karşıtlarında kendilerine karşı çıkarlar ve böylece karşıtlıkları, onların bu karşıtlığını, olumsuzlayarak bir bireşim içinde birleştirirler (olumsuzlamanın olumsuzlanması). Tarihi ve tini, tin olarak tarihi kavramak için, olumsuzlamayı, çelişkiyi, mücadeleyi, kötülüğü, hatta savaşı bir yana bırakmak doğru olmaz. Tam tersine bunlar, tarihin ilerlemesini sağlayan ilkeyi oluştururlar ve tarih, kendini sürekli olarak aşarak bu ilke sayesinde, ne ise o hale gelir.
Üçlem: Özdeşlik, Yabancılaşma, Aşma
Hegel’in temel düşüncesi şudur: Kendini gerçekten ortaya koyabilmek için kendini olumsuzlamak ve kendinden başka bir şey olmak gerekir. Yani kendini bulmak için bir başka şeyde kendini yitirmek zorunludur. Bir başka deyişle, yabancılaşma, aşmanın hareket ettirici gücüdür. Hegel, Die phanomenologie des Geistes’inde (Tinin Fenomenolojisi, 1806) birçok tarihsel örnek vererek tinin, art arda gelen yabancılaşmalar ve aşmalarla, bireysel insanda ve tarihte kendini nasıl gösterdiğini açıklar. Tinin geçirdiği bu tarihsel serüvende, bireysel bilincin ve tarihsel bilincin izlediği yolu aynı anda gözler önüne serer. Bunu yaparken, belirli tarihsel ve toplumsal koşullara denk düşen tipleri ortaya koyar. Bu süreç boyunca tin, önce kendindedir (tez), sonra kendi dışına çıkar (antitez) ve hem kendinde, hem de kendi için varlığını tanımadan (sentez) ve mutlak tinde kendine dönmeden önce yabancılaşmaya uğrar. Bu üçlemsel süreçte tin, önce kendindedir (mantık) ve şeylerin yalnızca düşünülebilir yanlarını göz önüne alır; daha sonra kendinden çıkarak dış nesnelere yönelir (doğa felsefesi) ve son olarak maddede kendini olumsuzladıktan ve dışlaştırdıktan sonra kendinde ve kendi için varlığını bularak toparlanır; öz gerçekliğinde, nesnenin ve öznenin birliğinde kendi bilincine varır (tin felsefesi).
Tarihin her uğrağına, tinin belli bir evresi ve dolayısıyla da felsefenin belli bir bölümü denk düşer. Ama, bu üç uğrağın her birinde de üçlemsel bir hareket kapsanmıştır. Sözgelimi mantıkta, kendinde varlık kendini özde olumsuzlar ve kavramda aşar; doğa felsefesinde, zaman ve uzam, madde ve hareket, son olarak da mekanizm birbirini izler; tin felsefesindeyse, öznel olan kendinde tin (duyum, algı, anlayış gücü), nesnel tinde kendini olumsuzlar (hukuk, töreler, ahlaklılık) ve mutlak tinde kendini yeniden bulur (sanat, din ve felsefe). Yani her seferinde, bir üçlü hareket söz konusudur.
Tinin Fenomenolojisi
Hegel, bireylerarası insansal, toplumsal, siyasal bağıntıları açıklarken ünlü “efendi köle,diyalektiği”ni ileri sürer. Çatışma halindekilerden biri, sonucun kendi ölümü olabileceğinden korkarak, ötekinin kölesi olur ve onun iradesinin aracı haline gelir. Ama köle, çalışmayla kendini oluşturduğu ve efendi, yaşayabilmek için köleye bağımlı olduğu ve bomboş, soyut bir aylaklık içinde yaşadığı için, köle de sonunda kendine özgü bir biçimde efendi haline gelir. Bu karşılıklı bağımlılık, stoacılığı ortaya çıkarır. Stoacılık, akıl ve yazgı adına, somut durumlara kayıtsız kalmaktır. Ama stoacılık da, kuşkuculuğa ve kiniklik’e (kinizm) ulaşır. Bu sonuncu anlayışlar, yaygın inanç ve düşüncelere önem vermezler, ama böylece, gerçekleştirilemez bir ideal uğruna yoksullaşmış ve toplum-karşıtı bir yaşamın benimsenmesine yol açarlar. Ayrıca, ahlaksal ideali (eylemde bulunmadığı için tertemiz kalan “yüce ruhlu insan” idealidir bu) ile gerçeklik arasındaki karşıtlıktan acı çeken “mutsuz bilinç”i doğururlar. Bu bilinçse, Hıristiyanların günah inancından doğan umutsuzluğun ve romantizmin kısır güçsüzlüğünün ve boş özlemlerinin habercisidir.
Demek ki, bilinç, özgürlüğünü hukukta sınırlayan ve nesnelleştiren toplumsal bir yaşamda nesnelleşmeli, yabancılaşmalıdır. Ahlak, aile, sivil toplum ve devlet, bilincin gerçek özgürlüğe ulaşmasındaki evrelerdir. Böylece tarihte de, despot, sivil toplum yurttaşı ve daha sonra devlet içindeki Hıristiyanın içsel özgürlüğü art arda ortaya çıkar. Site, çelişkilerin çözülmesini sağlamaz, çünkü burada birey ile toplum birbirinin karşısına dikilmiştir. Ama bir Tanrı sitesine inanmak da, mutsuz bilince geri dönmek demektir. Dünyanın tarihi, dünyanın verdiği bir yargıysa, despotun katışıksız özgürlüğünün, yurttaşın dışsal özgürlüğünde nesnelleştiğini ve bunun da Hıristiyanın içsel özgürlüğünde gerçek amaca ulaştığı söylenebilir. Hıristiyan dini, Tanrı’nın İsa’da tenleştiğini ileri sürerek, insanoğlu ile tümel varlık (Tanrı) arasındaki ayrılığı sona erdirmiş ve günahların bağışlanmasıyla da Kötülüğün (“olumsuz”un), bir bakıma ruhun kurtuluşunun koşulu olduğunu anlatmıştır. Mutlak varlığı maddede dile getiren sanat, çok önceden bir açıklama ye çözüm sunmuştu. Din ise, mutlak varlığı içsellik olarak, ama akılsal-olmayan bir biçimde dile getiriyordu. Bundan dolayı, tinin tarihinin sonuna ulaşmasını ve mutlak tini dile getirme işi, sanatın doğrularının ve dinin temel dogmalarının akılsal biçimde ortaya konması demek olan felsefeye düşmektedir. Gene de bundan dolayı felsefe, mutlak bilgidir.