ÇAĞDAŞ SOSYAL TEORİDE DİNE FARKLI YAKLAŞIMLARA ÖZET BİR BAKIŞ
Şevval KARAKULLUKÇU Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Lisans 4. Sınıf Öğrencisi
Sosyal teorisyenlerin 20. Yüzyılda din hakkında ortaya koyduğu görüşler sonraki yüzyıllarda da etkisini göstermiştir. Wittgenstein, Sorokin, Fromm ve çalışmada bahsedeceğimiz diğer sosyal teorisyenler dini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmışlardır.
Wittgenstein’dan Eliade’ye Dinin Manası ve Çeşitli Boyutları
Ludwig Wittgenstein: Çağdaş bir düşünür olan Wittgenstein birçok konuda olduğu gibi din konusunda da mantıkçı pozitivistleri etkilemiştir. Dini ifadeleri kendi mantık ve bağlamlarında ve de ait oldukları dinin içinden bakarak incelemek gerektiğine dair bir yaklaşımı vardır. Bu yaklaşımı, dini, teolojiyi, metafiziği reddeden görüşlere karşı etkili olmuştur. Ayrıca kitapta Wittgenstein ile ilgili bölümün yazarı olan Tuncay İmamoğlu’na göre de Wittgenstein’ın bu yaklaşımı din dilinin farklı boyutlarına dikkat çekmesi açısından önemlidir. Çünkü dilin birçok fonksiyonu vardır ve ifadeler boşlukta bulunmazlar. Wittgenstein’a göre dini ifadelerin kendine has bir mantıkları vardır. Bu yüzden dini ifadeleri ait olduğu dinin içinden incelemek dini anlamak açısından önemlidir.
Pitirim A. Sorokin: Çağdaş sosyal teoride önemli bir isim olan Sorokin, dinin toplumsal ve kültürel hayat için çok önemli olduğunu ve işlevleri bakımından vazgeçilmez olduğunu düşünür. Bütünleşme-din ilişkisi üzerinde durmuştur. Dil, din, güzel sanatlar, bilim, felsefe, ahlâk, hukuk, iktisat ve siyaset sistemleri üç süper-sistemin içinde varlıklarını sürdürürler ve ilgili süper-sistemin (maddeci, maneviyatçı ve idealist) motiflerini taşırlar. Din de sosyo-kültürel değişim ile bu farklı sistemler içinde farklı görünümlere bürünmektedir. Kimi zaman toplum zihniyetinde ve kültür sistemi içinde ağırlıklı ve belirleyici bir şekilde konumlanırken kimi zaman daha dengeli ve dahi belli belirsiz bir hâle gelebilmektedir. Yani din diğer sistemler üzerinde azalıp artan bir etkiye sahiptir diyebiliriz.
Erich Fromm: 20. Yüzyılın önemli toplum bilimcilerinden olan Fromm dini anlamaya çalışmıştır ve dinin insan ve toplum için ne ifade ettiği üzerinde durmuştur. Yabancılaşma, peygamberler gibi farklı dini konularda dikkat çekici görüşleri olmuştur. Fromm’a göre monoteist din peygamberlerinin politeist dinleri puta tapıcılık ile suçlamalarının temel nedeni puta tapmaları değildir. Monoteist dinler ile politeist dinler arasındaki temel ayrım, yalnızca tanrıların sayısında değil kendine yabancılaşma gerçeğinde yatar. Yani yabancılaşma, Tevrat’ta peygamberlerin puta tapma dedikleri şeydir. Puta tapan insan kendi elleriyle yarattığı şeyin önünde eğilir ve put onun yaşam güçlerini yabancılaşmış bir biçimde gösterir. Erich From ile ilgili bölümün yazarı olan M. Doğan Karacoşkun, Fromm’un din teorisi hakkında birçok önemli hususu ele almıştır.
Talcott Parsons: Yapısal-işlevsel teorilerin en önemli temsilcilerinden olan Parsons, dine işlevsel bir yaklaşımla ampirik olmayan normatif bir inanç sistemi olarak bakar. Parsons’a göre din toplumsal bütünleşmede temel etkenlerdendir. Parsons sekülerleşme sürecinde Weber gibi dinin gerilediğini düşünmez ancak dinin baka bir biçimde konumlandığı fikrindedir. Parsons, toplumsal bütünleşme kalıplarına, dini sembolleri, değerleri ve inançları dahil eder. Bu unsurlar sosyal ilişkilerin kurumsal yapılanmasında her zaman vardır. Parsons’un sistem kuramının odağında dinin sosyal sistemin oluşumundakini işlevini açıklamak vardır. Parsons’a göre din varoluşa anlam kazandıran dünyanın belirsizliklerine verilen bir cevap niteliğindedir. Ayrıca Parsons dinin değerlerin ve ahlakın temelini oluşturduğunu ve kolektif değerler aracılığıyla toplumsallığı mümkün kıldığını kabul etmektedir.
Herbert George Blumer: Sembolik etkileşimci kuramı sosyoloji içinde önemli bir yere getiren Blumer’ın din konusuna hiç değinmediği de düşünülmesiyle beraber yöntemsel olarak aktör merkezli yaklaşımı ve burada bireyin oynadığı role yüklediği anlamlar itibariyle ve ayrıca çalışma konularına bakıldığında doğal olarak sosyal bir sorunun aynı zamanda dinî boyutunun da olduğu görülmektedir. Blumer’ın doğrudan teorisinin din üzerinde uygulaması olmaması yanında kimi etkileşimci sosyologlar, bireysel dindarlık, dinî dönüşüm süreci ve insanların dinî algılarında onların kendi algıları, dinî gruplar, tüketim ve markalaşmada dinin rolü gibi konulara odaklanma eğilimindedirler.
Victor E. Frankl: Frankl insanın anlam arayışı ve din üzerinde durmuş ayrıca logoterapinin kurucusu olarak karşımıza çıkan bir bilim adamıdır. Frankl’ın teorilerini temellendirirken kullandığı kavramların farklı anlamlara gelmesi, literatürde yer almaması ve çözümlenmiş olmaması; Frankl’ın teorisinde özellikle terminoloji noktasında anlaşılma güçlüklerine sebep olmuştur. Hatta Frankl hocası Scheler’den logoterapiye aktardığı kavramlar ile de teorisinin daha karmaşık hale gelmesine sebep olmuştur. Längle, Frankl’ın teorisindeki anlaşılma güçlüklerini incelemiş ve üç açıdan anlaşılma güçlüğü içerdiğini belirtmiştir. 1) Frankl, görüşlerinde filozofların bile işin içinden çıkamayacağı şekilde açıklamalar yapmış ve görüşlerindeki kapalılığı ve zorluğu aşamamıştır. 2) Frankl’ın düşüncesi varoluş-felsefesi ile temellendirildiği için araştırmacı kendi ile yüzleşmek zorunda kalır. Böyle bir yüzleşme de herkes için kolay olamayacağından araştırmacı Frankl düşüncesini anlamayabilir hatta reddedebilir. 3) Son güçlük olarak ise logoterapinin araştırmacılardan talebinin doğru anlaşılmak olduğu söylenebilir. Ancak logoterapi ile ilgili bir temeli olmayan araştırmacı Frankl’ın ortaya koyduğu malzemeyi kendi inisiyatifi ile değerlendirebilir. Bu da logoterapide sapmalara neden olmaktadır.
Emmanuel Levinas: Levinas, fenomonolojik yaklaşım veya yöntemi benimseyen bir ahlak düşünürü olarak karşımıza çıkar. Levinas, etik temelli bir din ve Tevrat merkezli ahlak yaklaşımına sahiptir. Kitapta Levinas ile ilgili bölümün yazarı olan Mehmet Vural’a göre, düşünürlerin ortaya koyduğu fikirleri o dönemin gerçekliği ve paradigması ile düşünmek gerekir. Yani bir düşünürün görüşünü o dönemin şartları belirler. Bu hususta da en iyi örnek Levinas’tır. Heidegger’e hayran olan Levinas, İkinci Dünya Savaşından sonra Heidegger’ın felsefesinin karşısında olmuş ve eleştirmiştir. Ancak Levinas’ın felsefesinde Heidegger’ın yansımalarını görmek mümkündür. Levinas’ın “Yahudi evrenselliği” adını verdiği teorisine göre Yahudilerin temel düşüncesi olan seçilmiş topluluk anlayışı, onları diğer toplulukların üstünde ayrıcalıklı bir kavim olarak ortaya koymamakta aksine, Tanrı’nın insanlığın tüm sorumluluğunu onlara vererek daha zor bir görevle görevlendirmiştir. Yahudilerdeki seçilmiş topluluk olma düşüncesi Levinas’ta da vardır. Hatta Levinas bu fikri temellendirmek için bir etik felsefesi kurmaya çalışmaktadır.
Mircea Eliade: Eliade, dinleri fenomenolojik yaklaşımla karşılaştırmalı olarak ele almış ve dinler hakkında dikkat çekici görüşleri olmuştur. Kitapta ilgili bölümün yazarı Burcu Başer’e göre; Eliade’nin din yaklaşımı üzerine eğilir. Bayer’e göre Eliade’de “Kutsalın tecrübesi olan din, kendini bu kutsalın tezahürleri olan dinî fenomenler, semboller, mitler, efsaneler, ritüeller ve halkların hiyerofanilere dair düşüncelerinde gösterir. Dinler tarihçisinin görevi, bu dinî fenomenleri, tezahür ettikleri tarihsel zaman dilimini de gözeterek fenomenolojik bir işleme tâbi tutmaktır. Dinler tarihçisi, dindar bir insanın dini tecrübesini anlayabilmek için fenomonolojik yaklaşıma başvurmalıdır. Daha sonra da dinler tarihçisi bu fenomenleri anlamak için hermeneutik sürece dahil edilmesi gerekir. Dinler tarihçisi olan Eliade, düşüncelerini dinler tarihi disiplini içerisinde kurmuştur. Eliade’ye göre dini anlamak için fenomonolojiye ve hermeneutiğe başvurmak gerekir. Ayrıca kutsalı anlamaya çalışırken insan tecrübesini de işin içine katmıştır. Eliade, insanın kutsalla yeniden bütünleşmesi için arkaik dinleri, mitleri, sembolleri, ritüelleri araştırmasını, bu araştırmanın neticesinde de üst bir bilince ulaşabileceğini savunmuştur. Eliade’nin Dinler Tarihi çalışmaları insanın kutsal yanıyla yeniden bütünleşmesinin yollarını gösterdiği için değer yüklü çalışmalardır. Çokça eleştirilen Eliade felsefesi bugünkü insanlık durumu için önem arz etmektedir.
Gellner’dan Taylor’a Dim, Kültür ve Toplum
Ernest Gellner: Önemli toplum teorisyenlerinden olan Gellner dini farklı açılardan ele almıştır. Gellner’ın İslam hakkındaki fikirleri de dikkate değerdir. Kitapta Gellner ile ilgili bölümün yazarı Ahmet Tak’a göre Gellner’ın teorisi yeni sorulara sebep olduğu için dikkate alınması gereken bir yaklaşımdır. Gellner, tarım toplumu ve sanayi toplumuna dair eserlerindeki tezlerini İslam ile ilişkilendirmiştir. Hatta sanayileşme ve milliyetçilik ile ilgili yaptığı tespitler İslam açısından da tartışılabilir.
Niklas Luhmann: Sosyal teorinin önemli isimlerinden olan Luhmann da dine yaklaşımı ile ele alınmalıdır. Luhmann ile ilgili bölümün yazarı olan Celaleddin Çelik’e göre, Luhmann’ın din teorisi ve din sosyolojisi yaklaşımları, genel sistem teorisinin açıklayıcı varsayımları ışığında şekillenmektedir. Luhmann dini bir ‘anlam formu’ olarak yorumlar ve dinin sosyal sistemdeki karmaşıklıkları azaltma, tarihsel ve toplumsal olumsallıkların üstesinden gelme ve belirsizliklerin dönüşümünü sağlama gibi temel fonksiyonlarını öne çıkarır. Luhmann’ın teorisinde din, toplumsal yapıların ve dünya tasarımlarının olası seçimlerini taşınabilir yapma işlevine sahiptir. Onların olumsallığını düzenler ve gerekçelerine uygun olarak yorumlar.
Thomas Luckmann: Din üzerinde önemli görüşleri olan bir diğer sosyolog da Luckmandır. Luckmann’ın dine sosyolojik yaklaşımı birçok farklı konu ve kavramlar ile temellenmiştir. (Bilgi sosyolojisi, din sosyolojisi, organizma, sosyalleşme, kilise, semboller, dini gruplar vb.) Luckmann Görünmeyen Din kitabında sosyologların modern toplumda dini farklı bakış açıları ile incelemeleri gerektiğini savunmuştur. Luckmann da dinin modern toplumlardaki yerini klasik sosyologlardan farklı bir yaklaşımla incelemiştir. Dinin kökenine ilişkin özcü ve kurumsal din yaklaşımlarıyla geleneksel işlevselci din anlayışını eleştiren Luckmann, dinin genel tanımında Protestan Hristiyan teolojiyi örnek almıştır. Luckmann’a göre dindeki gerilemelerin önüne geçmek için dini özsel karakterinden ziyade evrensel sosyal işleviyle tanımlamak gereklidir.
Clifford James Geertz: Din ve kültür fenomenleri ile yakından ilgilenen Geertz, dini ve kültürü anlam dünyaları ve toplumsal gerçekliğe yansımaları bakımından ele alır. Geertz çalışmasında kültürel bir sistem olarak din ifadesini kullanır. Bu ifade Okumuş’a göre “Dinin toplumda bir kültür ürettiği ve bizatihi kendisinin toplumsal gerçeklikte bir kültür sistemi olarak varlık bulduğu, dolayısıyla toplumda geçerli kültürün dinin kültür sistemi olduğu anlamına gelebileceği gibi kültürün içinde kültüre bağlı olarak ortaya çıkan, kültürün ürettiği sistemlerden biri olarak din anlamına da gelebilir. Okumuş çalışmasının sonunda Geertz’in dini görüşüyle ilgili sonuçları 12 maddede sıralamıştır.
- Geertz’e göre “kültür, sembollerle somutlaşıp tarihsel olarak taşınan bir anlamlar örüntüsüne; insanların hayat ve hayata yönelik tutumlar hakkında bilgilerini ilettikleri, sürdürdükleri ve geliştirdikleri sembolik formlarla ifade edilen tevarüs edilmiş bir kavramlar sistemine işaret eder.”
- Kültür toplum zemininde varlık bulur. Toplum da kültür ile birlikte var olur. Toplumsal hayat gerçekliğinde toplumsuz kültür, kültürsüz toplum düşünülemez. İnsanın toplumsal bir varlık olduğunu, toplum hayatının insan için zorunlu olduğunu söylemek, aslında insanın aynı zamanda kültürel bir varlık olduğunu kabul etmek anlamına da gelir. Fakat bu demek değildir ki, kültür ile toplum arasında fark yoktur. Tersine kültürün toplum karşısında özerk olduğu durumlar vardır. Kültür, toplumu, toplumsal hayatı anlamlı ilişkiler temeline oturtan semboller sistemi olarak düşünülürse, toplum da kendine özgü toplumsal etkileşimler ağı olarak anlaşılır.
- Geertz’e göre “din; genel bir varlık düzenine ilişkin kavramlar formüle ederek ve bu kavramları, bir gerçeklik atmosferiyle kaplayarak, insanlarda, o gerçeklik atmosferi içinde eşsiz derecede gerçekçi görünen güçlü, geniş kapsamlı ve uzun süreli ruhsal durum ve motivasyonlar kurmaya çalışan bir semboller sistemidir.”
- Geertz’in kültür ve din tariflerine bakılırsa, ikisinde bazı ortak noktaların olduğu görülür. Semboller sistemi ve kavramlar sistemi hem dinde hem de kültürde var olan boyutlardır. Din, sosyolojik anlamda kültürel bir sistemdir. Dinin kültürel bir sistem oluşu, din ile kültürde sembollerin, sembol sistemlerinin, kavramların, anlamların ve gerçekliğin ortak boyutlar olmasıyla açıklanabilir. Bu ortak boyutları da nihayette semboller sistemi olarak tek bir noktada toplamak mümkündür. Kültür de dinî renge bürünebilir ve toplumsal hayata bir dinî sistem olarak aksedebilir.
- Kültürün sembol, kavram ve dil boyutu, toplumun, kültürün anlamlar dünyası, inanç dünyası ve din ile etkileşiminde tezahür eden çok önemli unsurlardır. Aynı zamanda dinin semboller sistemi, toplumda kültürün din ile temasında önemlidir. Denilebilir ki, sembolik boyut, kültür ile dinin etkileşim zeminidir. Dil de öyledir. Dini de sembol ve dil boyutlarını görmeden anlamak mümkün değildir; zira dinî inanç, düşünce ve pratikler, sembollerle, dille ve kavramlarla toplumsal hayatta ortak zemin/nokta hâline gelir, kuşaktan kuşağa aktarılır, insanın iç dünyası ve hayatında, kolektif ruh, bilinç, bellek ve yaşamda derinleşir, kalıcı hâle gelir. Toplumun kutsalla iletişim kurması, kutsala yönelmesi, kutsala yönelimini toplumsal zeminde ortaya koymasında yine dindeki sembolizm veya semboller sistemiyle dil boyutu zorunludur.
- Toplumsal sistem içinde kültür ile dinin karşılıklı ilişkileri vardır. Kültür ile dinin karşılıklı ilişkileri, yani kültür-din etkileşimi, din ile kültürün ayrı ayrı varlıklar olduğu düşüncesinden hareketle ortaya konulan bir kavramsallaştırmadır. Yani din kültür ile aynı şey değildir. Kültür dini, din de kültürü etkiler. Elbette din ile kültür arasındaki karşılıklı ilişkiler oldukça karmaşıktır. Toplumsal sistem ve yapıda din ile kültür iç içe geçmiş bir vaziyette olurlar. Sosyolojik ve antropolojik düzlemde kültürün içinde dinî boyut ve özellikler, dinin içinde de kültürel boyut ve özellikler bulunur. Ayrıca kültürden dine, dinden kültüre sürekli olarak gidip gelmeler, geçişler, etkileşimler söz konusudur. Denilebilir ki, din kültürü, kültür de dini çeşitli biçimlerde ve farklı etkenlerle tesir altına alır.
- Din-kültür ilişkileri, bazen ahenk, uyum ve bütünleşme, bazen de istikrarsızlık, değişim, uyumsuzluk ve çatışma içinde/ biçiminde gerçeklik bulur. Din ile kültürün karşılıklı ilişkileri, gündelik hayatta net görülen bir gerçeklik alanıdır. Bir yandan din kültürü dönüştürürken, diğer yandan kültür de içinden çıkan veya içinde hayat bulan dini çeşitli biçimlerde etkiler. Bu noktada dinin tamamen kültürün bir ürünü olduğu veya tersine kültürü mutlak surette bütünüyle dönüştürdüğü gibi bir yanlış anlayışa düşülmemesi önemlidir. Din, muhafaza edici, meşrûlaştırıcı, değiştirici, tecdid boyutlarıyla yakından bağlantılı olarak kültürün korunmasında, kuşaktan kuşağa aktarılmasında, yeniden biçimlendirilmesinde, dönüştürülmesinde, süreklilik kazanmasında da işlevseldir. Din, topluma kültürün geçerliliğini kabul ettirerek, kültürü kendi şemsiyesi altına alarak korur ve kuşaktan kuşağa aktarır. Kültür de dinin algılanması, yorumlanması, davranışlara dökülmesi, bir inanç ve anlayış hâline gelmesi, tecrübe edilmesi ve toplumsal hayatta yaygınlaşmasında etkili olur.
- Din-kültür etkileşiminde dil, çok önemli bir rol oynar. Dinin kültürü, kültürün de dini etkileme süreçlerinde dinî değişimde, toplumsal değişimde ve kültürel değişimde dil, oldukça etkili bir faktördür.
- Din, bütünleştirme, meşrûlaştırma, koruma, dil oluşturma, kavramlar formüle etme, motive etme gibi özsel ve işlevsel boyutlarıyla, kültürel uyum ve bütünleşmede hayatî roller oynar. Din, söz konusu hizmetlerini hem bir kültürün kendi içinde hem de çok kültürlü ortamda gerçekleştirme gücüne sahiptir. Toplumun kültürü içinde yeni kültür unsurları veya örüntülerinin oluşmasında, kültürel karşılaşmalarda, etkileşimlerde, entegrasyon, uyum, uzlaşma ve bütünleşmenin gerçekleşmesi için din, devreye sokulduğunda çok güçlü bir etki ortaya koyar.
- Toplumda daima kültürel değişim olur. Kültürel değişim, mânâ kararsızlığına, istikrarsızlığına, kaosa vs. işaret eder. Toplumda, hatta istikrarlı toplumda dahi kültürel devamsızlık, istikrarsızlık, dezorganizasyon ve uyumsuzluk, kültürel uyum ve bütünleşme kadar gerçektir. Toplumda değişim meydana geldiğine göre, kültür de değişir, kültürde de değişim olur. Toplumsal değişim, kültürel değişimle etkileşim hâlindedir. Kültürel değişim durumlarında din, destekleyici bir rol üstlenebileceği gibi engelleyici veya frenleyici rol de oynayabilir. Dinin kendisi, kültürde değişim gerçekleştirmek veya tersine kültürü korumak isteyebilir. Din bu değişimi veya korumayı gerçekleştirebilecek boyut ve donanımlar itibariyle güçlüdür. Kültürün değişim durumu ve sürecinde ortaya çıkan uyumsuzluk, kararsızlık, istikrarsızlık, farklılaşma, eşitsizlik, karmaşa gibi şartlarda din, bütünleşme, uyum yönünde görev icra ederek toplumda denge kurabilir.
- Kültür içinde ve kültürler arasında farklı tip, biçim, içerik ve düzeylerde şiddet ve çatışma temelli ilişkiler/karşıtlıklar gerçekleşmesi mümkündür. Kültürel çatışma, mânâ uyuşmazlığını ifade eder. Kültürel bütünleşme ve değişimlerde etkili olan din, kültürel çatışmalarda da etkili olabilecek toplumsal ve kültürel boyutlara, işlevlere, güçlere sahiptir.
- Geertz’in antropolojik din görüşünde dinî kavramlar, çok boyutlu olup geniş bir tecrübe alanına anlamlı bir biçim verilebilmesini sağlayan genel bir fikirler çerçevesi temin etmek için özellikle metafizik bağlamlarının ötesine geçer. Bundan dolayı dinin sembolik, sosyolojik ve psikolojik boyutları ile doğrudan dinî olan ve dinî olmayan veya seküler alanlara dair boyutlarını incelemek oldukça mühimdir. Nitekim antropolojik din incelemesi iki aşamalı bir işlemdir. Birinci aşama dini mükemmel kılan sembollerde somutlaşan anlamlar sisteminin bir analizini yapmak; ikincisi ise bu sistemlerin sosyal-yapısal ve psikolojik süreçlerle ilişkisini kurmaktır. Geertz’e göre din hakkında çağdaş sosyal antropoloji çalışmaları, birinci aşamayı ihmal etmektedir; yalnızca sembolik eyleme dair şimdi toplumsal ve psikolojik eylem için sahip olduğumuz teorik analizimize kapsam itibariyle benzer bir teorik analizimiz olduğu zaman ancak, içinde dinin (veya sanat, bilim veya ideolojinin) belirleyici bir rol oynadığı bu toplumsal ve psikolojik hayat boyutlarıyla etkili bir şekilde ilgilenebilir, onları inceleme ve anlamada başarılı olabiliriz.
Peter L. Berger: Çağdaş dönemde din sosyolojisinin önemli isimlerinden olan Berger, eserlerinde modern toplumda dinin durumuna ilişkin hususları titizlikle işlemiştir. Berger ile ilgili bölümün yazarı olan Ali Coşkun’a göre ““Berger, din sosyolojisi teorileri tarihinde Kutsal Kozmos’un toplumsal yapısı hakkındaki yenilikçi teorileriyle bilişsel, zihnî, anlayıcı veya kavrayıcı (kognitif) yönelişin güçlü bir temsilcisidir.” Din sosyolojisi alanındaki tahlilleri ile ampirik araştırmalara yönelmiş ve sosyolojiye felsefi ve antropolojik bir girişimde bulunmuştur. Berger din sosyolojisi kitaplarında insanı merkeze oturtan antropolojik ve fenomenolojik bir din sosyolojisinin ve dolaylı olarak da bir teolojinin yöntemlerini geliştirme eğiliminde olmuştur. Berger bu yönüyle din sosyolojisine yaptığı katkıların yanı sıra çağdaş sosyal teoriye de katkı sağlamıştır.
Alasdair MacIntyre: Din ve ahlak üzerine görüşleri ile bilinen MacIntyre ile ilgili bölümün yazarı olan M. Enes Kala’ya göre din, erdemin hayata geçirilme saiki, onu devam ettirme nedeni ve mutluluğun erdem sonrasında kazanılma dayanağıdır. Din insandaki ahlaki bilinci uyanık tutar. Ancak buradaki önemli husus dinin dünyadaki aktifliğidir. MacIntyre’a göre din, sağlayacağı ilk ilkelerle doğa, tarih ve toplum ayaklarında insanların düşünce sistemlerini gerekçelendirebilecekleri zemini kurgular. Modernitenin zararlarından kurtulmanın gerektiğini savunmuştur. MacIntyre için sosyal bağlamda dinin işlevi çok önemlidir. Din hem sorular sormayı hem de sorulara cevaplar vermeyi insanlara öğreten organik sürece tekabül etmektedir. Modernite ve beraberinde ondan ayrılmaz gölgesi olarak gelen sekülerlikle dinden uzaklaşan insanların sınıf yapılı ekonomik düzene doğru meylettiklerini MacIntyre öne çıkarır ve bunu hâkim sosyal pratiklerde karşılığını acıklı şekilde göstermeye çalışır. Bu süreç otoritenin birey ve toplum yaşamından kalktığı, sosyal bağlılığın gevşediği, insanların faydacılık ethosuyla (karakter nitelikleri, ahlâk atmosferi) efsunlandığı bir döneme göndermede bulunur. Aydınlanma gelenek ve metafizik karşıtı olarak yola çıkan MacIntyre kendisini bir geleneğe dönüştürmüştür.
Anton C. Zijderveld: Zijderveld, soyut toplum soyut din görüşüyle çağdaş sosyal teoride yerini almıştır. Kadir Canatan, Zijderveld’in dini görüşü ile ilgili üç çıkarımda bulunmuştur. İlk çıkarıma göre modern toplum soyut bir toplumdur ve kendi dinlerini üretmiştir. Soyut bir toplumunda dini soyuttur. Geleneksel toplumdan ziyade modern toplumda din seçilir yani o toplum kendi dinini seçer. Yani modern toplumda din ve dindarlar kaybolmuyor ancak kılıf değiştiriyor. Burada da soyut din dini bağlayıcılığı zayıf olarak görülür. İkinci olarak karşımıza klişe din görüşü gelir. Modern soyut din klişeleşmeye müsait bir yapıdadır. Modern toplum olguları anlamlı yapılar olmaktan çıkarır ve işlevsel hâle getirir. Din de anlam sistemi olmaktan çıkar ve işlevsel bir araca dönüşür. Bu bakımdan soyut ve klişe din, büyüye yakınlaşır. Son olarak ise Zijderveld çatışmalardan ve hoşgörüsüzlükten etkilenerek hocası Berger ile içleyici ve ılımlılık politikası olarak adlandırdığı farklı bir din görüşü sunar. Orta bir yol öneren bu tutum uzlaşmacıdır ve kendi inançlarını dayatma olmadan ifade eder.
Charles Taylor: Din hakkında önemli yaklaşımları olan diğer sosyal bilimci de Taylor’dır. Taylor eserlerinde bazı dini hususlara örneğin sekülerlik konusuna genişçe yer vermiştir. Taylor din ve sekülerlik konusunda fenomenolojik bir yaklaşım sunar. İnsanların fenomenolojik tecrübesini esas alan bir yaklaşım benimser. Sekülerliğe dair getirdiği yeni yaklaşım da inancın ve inançsızlığın koşullarına odaklanan ve insanların inancı deneyimleme biçimlerini merkeze alan bir yaklaşım sergiler. Taylor’ın ahlâkî öznelcilik eleştirisi, haklara dair analizinde belirleyici bir role sahiptir ve daha genel bir çerçeve sunan atomcu liberalizm eleştirisi üzerinde de önemli bir etkisi vardır. Taylor, dayanışmaya zarar veren bir tavır olduğu için kamusal alandan dinin dışlanmasını reddetmiştir. Bu yüzden Taylor seküler dışlayıcı hümanizm ile dinsel dogmatizm arasında üçüncü bir yol olarak ‘aşkın hümanizmi’ önermiştir. Taylor çoğunlukla hâkim olan, çoğulculuğun sekülerizmle ilişkili olduğu yönündeki görüşe karşı üç büyük semavî dinin tek tanrıcılığının da başka bir ontolojik ahlâkî çoğulculuk sunduğunu savunmuştur.