Ahmed Cevdet Paşa (1823-1895)
Ahmed Cevdet Paşa, 1823 senesinde Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğmuştur. Asıl adı Ahmed olup Cevdet mahlasını İstanbul’da öğrenim gördüğü sırada şair Süleyman Fehim Efendi’den almıştır. Küçük yaşta büyükbabası Hacı Ali Efendi’nin teşviki ve desteğiyle zamanının Lofça müftüsünden Arapça okuyarak öğrenim hayatına başlayan Ahmed, kısa zamanda İslami İlimlerle ilgili kitapları okuyacak derecede ilerleme gösterdi. Öğrenimini daha da ileri seviyeye götürmek için 1839 yılı başlarında büyükbabası tarafından İstanbul’a gönderildi. Burada kısa sürede ilmi muhitlerde kendisini gösterdi. İstanbul’da hesap, cebir, hendese gibi dersler gördü. Bir yandan tahsilini ilerletirken öte yandan ders vermek üzere bazı hocalardan icazet aldı. Bu arada ilmi ve edebi cemiyetlere de girdi; devam ettiği İstanbul Çarşamba’daki bir tekkede Mehmed Murad Efendi’den Mesnevi okuyarak Farsça bilgisini derinleştirdi ve kendisine mesnevihanlık icazeti verildi. Edebiyat ve şiir alanında kendisini bir hayli geliştirdi.
Öğrenim hayatından sonra devlet hizmetine girmiş, kadılık, kazaskerlik, valilik, paşalık, maarif ve adliye nazırlığı gibi pek çok görev icra etmiştir. Cevdet Paşa’ya şöhret kazandıran gelişmelerden biri de onun tarafından ortaya atılan, Hanefi fıkhına dayalı bir kanun kitabının hazırlanması gerektiği düşüncesidir. Nitekim bu düşüncesi kabul edilerek Babıâli’de teşkil edilen Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye Cemiyeti’nin reisliğine getirilmiş ve bu kanunname oluşturulmuştur.
Tanzimat devrinin önde gelen şahsiyetlerinden olan Cevdet Paşa, son asır Türk-İslam ilim âleminin mümtaz simalarından biridir. Ahmed Cevdet, büyük bir devlet adamı olduğu kadar aynı zamanda tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci ve sosyologtur. Genç yaşta İslami İlimlerle birlikte Arapça ve Farsçayı çok iyi şekilde öğrenirken Emin Efendi adlı bir kişiden Fransızca dersleri de aldı. Bu ona kısmen Batı tarih kitaplarını ve kanunlarını okuma imkânını vermiştir.
Cevdet Paşa medeniyeti cemiyet hayatının gereği olarak kabul etmekteydi. Ona göre insan doğuştan medeniyete yatkındır. İnsanoğlunun medeni hayata geçiş sürecinde toplumlar arasında bazı basamak farkları doğmuştur. Böylece medeniyet, toplumların göçebelik ve yerleşik durumundan sonra üçüncü ve son merhalesini oluşturur. Bu merhaleye ulaşmanın temel şartı insanların kemale erdirilmesidir ki bu da ancak eğitim ve öğretimle mümkün olur.
Cevdet Paşa, Osmanlı kurum ve kuruluşlarına yeniden şekil verilmesi konusundaki farklı fikirlerin hız kazandığı bir dönemde, gelenekçi Türk-İslam Doğu kültürü ile yenilikçi Batı arasında senteze varmaya çalışmış bir şahsiyettir. Osmanlı müesseselerinin İslami esaslara dayandığını dikkate alarak Batı devletleriyle Osmanlı Devleti’nin farklı din ve medeniyetlerden doğduğunu, bu sebeple de her yönden Batılılaşmanın hem yanlış, hem de imkânsız olduğunu düşünmüş, sonuç olarak Batı taklitçiliğine ve maddeci felsefeye şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak bütün icraatında Osmanlıcı-İslamcılığı sürdürmekle birlikte metotta yenilikçiliği benimsemiş, Batı’nın pozitif bilimler, teknik ve yönetim alanlarındaki üstünlüğünü kabul ederek bu alanlarla ilgili Osmanlı müesseselerinin Batı tarzında ıslahını savunmuştur. Avrupa kanunlarının ve kurumlarının olduğu gibi alınmasın karşı çıkan Cevdet Paşa, İslami geleneklerin korunması gerektiğini söylemiş ve bir kısım devlet ileri gelenlerinin Fransız kanunlarının tercüme edilip alınması yönündeki görüşlerine karşı çıkarak Mecelle’nin hazırlanmasında en önemli rolü oynamıştır.
Cevdet Paşa’ya göre İslam dini herkese hak ettiği hürriyeti verdiği için İslam dünyasında Batı’daki gibi bir hürriyet mücadelesi vuku bulmamı, buna karşılık adaletin tesisi gayretleri ön plana geçmiştir. Cevdet Paşa, devletin ve hükümetin ancak İslami esaslara uymakla fitne, fesat ve zulmü önleyebileceğini düşünmektedir. Aynı sebeple gayri müslimlere de şer-i şerife uygun muamele edilmesini istemiştir. İslam’daki bu eşitlik ve adalet uyumundan dolayı Avrupa’daki sınıf çatışmaları, feodalite, sömürü ve zulüm Osmanlı toplumunda görülmemiştir.
Cevdet Paşa’nın millet anlayışı ise İslam geleneğine uygun olarak Müslüman milletlerin siyasî birlik ve bütünlüğünü temsil eden Osmanlılık temeline dayanmaktadır. Milliyet karşılığı olarak kavmiyeti kullanır ve bunun Fransız İhtilali’nden sonra bulaşıcı bir hastalık gibi Avrupa’ya yayıldığını söyler. Vatan fikri konusunda da muhafazakârdır. Vatan mefhumunun Müslüman halk arasında Avrupa’da olduğu gibi rağbet bulamayacağın, bunun yerine dinin daha tesirli olacağını savunur. Ona göre Osmanlı’nın asıl büyüklüğü hilafet ve saltanatın birleştirilmesinden doğmuştur. Devleti devlet yapan esas unsur İslâmiyet’tir. Cevdet Paşa ayrıca I. Meşrutiyetin ilanı ve Mecli-i Meb’ûsan’ın kapatılması sırasında Sultan Abdulhamid’in siyasetini desteklemiş ve Adliye nazırı sıfatıyla Midhat Paşa’nın Yıldız Mahkemesi’ndeki yargılanmasında önemli rol oynamıştır.
Cevdet Paşa iktisadi hayatta liberalizmi benimsemekle birlikte devletin kalkınması için kapitülasyonların kaldırılması gerektiğini savunmuş, iş hayatında Müslümanların da anonim şirketler kurmasını teklif etmiştir.
Ahmed Cevdet Paşa, İbn Haldun’un “Mukaddimesini” Türkçeye çeviren ilk kişidir ve bu eserin tesirinde kalmıştır. Cevdet Paşa, İbn Haldun’un beş tavır nazariyesini, Kâtip Çelebi, Müneccimbaşı, Naimâ gibi Osmanlı tarihçilerine benzer bir anlayışla nakletmiş ve her devlet gibi Osmanlı Devleti’nin de kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme ve çöküş safhalarından geçeceğini, ancak beşinci tavrın tıpkı diğer Osmanlı tarihçilerinin dediği gibi değiştirilebileceğini belirtmiştir. Böylece tarihte mutlak bir determinizme inanmamakla İbn Haldun’dan ayrılmıştır. Osmanlı Devleti’nin gerilemesini yükseliş döneminde sınırların fazla genişlemiş olmasına bağlamış, tıpkı Naima gibi, uzağı gören devlet adamları sayesinde devletin ömrünün uzatılabileceği, hatta yeniden canlandırılabileceği fikrini benimsemiştir. Ahmed Cevdet Paşa’nın, “Tezakir” adlı eseri de sosyoloji alanına giren bir eserdir.