İnsanlar ve Yüksek Binalar
İnsan, ruhuyla yükselme potansiyeline sahip olarak dünyaya gelir. Bundan sonra ise hadîs-i şerifte ifade edildiği gibi ana-babasının yetiştirdiği üzere şekillenmeye başlar ve nihayet kendi potansiyeli ve yaşadığı çevrenin ve daha pek çok etkenin de tesirinde kalarak ruhunu şekillendirir. İnsanın potansiyelinde rûhî yükselmenin olması bunun her birey tarafından gerçekleştirilebileceği anlamına gelmiyor elbette. Bunun tezahürlerini hayatın pek çok alanında görme imkanına sahibiz.
İnsanın rûhî potansiyeline bağlı olarak yükselme arzusu, insan için itki vazifesi görür. İnsan yükseklere çıktıkça ruhunun da yüceleceğini hisseder. Bu nedenle insanların kimisi çobanlık yapar; kimisi dağlara çekilip ibadetle meşgul olur. Hz. Peygamber de yücelere çıkıp gönlünü, ruhunu teskin etmeye çalışmıştır. Hatta Hz. Peygamber’den önce onun gibi dağlarda ibadete çekilen pek çok kişiden bahsedilir. Yani bu adet çok çok eskidir. Fakat bu arzu, madde bağımlıları gibi dünya bağımlısı olan bazı insanlarda farklı tezahür eder. Tüm bunlar ruhun yücelme arzusunun yansımasıdır.
Yükselmek isteyen, ruhunu anladığını zanneden fakat yanlış anlayan insanlar vardır. Bunlar öyle azımsanacak miktarda da değillerdir. Ruh yükselmek isterken insan ruhunu farklı yollarla tatmin yoluna gider. Bu yollardan birisi de yüksek binalar yapmaktır. Bu insancıklar 20-50 katlı binalar yaparak yükselme arzularını tatmine uğraşır. Göğe ne kadar yaklaşırsa o kadar yüceleceğini, yükseleceğini düşünür. Ve binalar yükseldikçe bu insanların gönlü, tuzlu su içen teşne insan gibi tatmin olmak bilmez. Tabii ki tek neden, ruhun yükselme arzusu değil. Bunun yanında güç arzusu, dünyada kalıcı olma arzusu da var. Bunlar da eklenince bu insancıkların hırs ve tamahı arttıkça artar. Ne insan ne tabiat… hiçbir şey görmez olur gözleri.
Güç arzusu ve dünyada kalıcı olma arzusunda ise insanın esin kaynağı dağlardır. Neden mi? Çünkü dünyada insan için dağlar kadar haşmetli, dağlar kadar güçlü, dağlar kadar kalıcı bir şey yok gibidir. “Dağ gibi adam” deriz; yıkılmayan, hayata karşı sapasağlam durabilen, sağlıklı, güçlü, aynı zamanda karakterli insana. Çünkü dağlar, insanoğlu için doğadaki en güçlü şeylerdir. Yine dağlardır -her ne kadar adım adım yürüseler de- bir insanın ömrü boyunca yerinden kımıldamadığına şahitlik ettiği şeyler… Dağlardır yeri geldiğinde göçenin, kaçanın, evi olmayanın sığınılacak yeri olan. Dağlar güçlüdür. Dağların dünya var olduğundan beri yerinden kımıldamamış görüntüsü, insanın dağlar gibi dünyada kalıcı olma arzusunu pekiştirir.
Son dönemlerde insanoğlunun bu arzuları doyumsuzlaştıkça doyumsuzlaşmıştır. Yine son dönemlerde yapılan yüksekçe evlerin şehrin en yüksek yerlerine yapılması elbette tesadüf değildir. Ve elbette yalnızca manzaranın güzelliğini daha tepeden, daha net görmek değildir amaç. Kendisini daha güçlü, deyim yerindeyse tanrısal bir kudrette hissetmektir. Ve bu, insanoğlunun var olduğu günden beri yaşayan müzmin hastalıklarından biri olmuştur. Yücelmek, güçlenmek, dünyada kalıcı olmak elbette başlangıçta mâsumâne ve fıtrî hislerdir. Fakat bu isteklerin kontrol edilemeyişi, ne yazık ki maneviyatı güdükleşmeye müstemir olan insanın, maddi kalıplarla kendisini tatminine yol açmaktadır. Ve tamamıyla tanrılaşmak isteyen insanın kibrinden ibarettir. Buna karşın maneviyatı yüce olan ve hakiki anlamda tanrıya benzeyen insan mütevazıdır, sadedir. Tanrılaşmak isteğinde olan insan ise hakkı olmayan bir tanrısal kibir dağı altında ezilmektedir. Ve belki de Allah’ın Kur’an’da buyurduğu “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” ayeti bu gerçeği ifade etmektedir.