Ayet ve Slogan, ilk kez 1990 yılında yayımlandı ve kısa sürede konusunda bir klasik haline geldi. Ruşen Çakır, gazeteci ve araştırmacı olarak İslami oluşumlara bakarken, alışılmış bakış açılarını ve klişeleri reddetmiş, konusuna dokunmayı, konusuyla gerçekten ilişkiye geçmeyi tercih etmişti
Ayet ve Slogan’ı böylesine başarılı kılan da bu oldu…
İslami kesim üzerine bazı akademik çalışmalar ve birkaç dar kapsamlı basın dosyası dışında bunlar bile yapılmadı. Bu anlamda, 1985 yılında Nokta dergisinde muhabirlik yaparken bu kesimle ilgilenmeye başladığımda ilk farkına vardığım herkesin acemi olduğuydu. Ben zaten gazeteciliğin acemisiydim, haklarında ürkütücü tablolar çizilen İslamcılarla neyi, nasıl konuşacağımı bilmiyordum. İslamcılar acemiydi. İlk defa kendilerine, kendilerinden olmayan biri çıkıp “Siz kimsiniz, ne yer, ne içer, nereden gelip nereye gidersiniz?” diye soruyordu. Dergideki sorumlularım, çalışma arkadaşlarım acemiydi. İlk defa “gizli Kuran kursu, illegal ayin vs.”den değil ama İslamcılardan söz eden haberlerle karşı karşıyaydılar.
Toplum ve özel olarak benim yakın çevrem acemiydi. “Aman başına bir şey gelmesin” diye samimi bir şekilde uyaranlar; “onların öyle göründüğüne bakma, iktidara gelseler ilk seni, beni keserler” diye kehanette bulunanlar; “abi, adamlardaki anti-emperyalist boyut hakikaten çok önemli” diye kestirmeden politik davrananlar ve daha niceleri…
Büyük ölçüde o dönem yaygın olan sivil toplum tartışmaları ve bunun en belirgin yansıması olup bugün maalesef yalnızca gülünç yönleriyle hatırlanan panellerden cesaret alarak, İslami kesimle ilgimi kesmedim, hatta ilişkilerimi ilerlettim. Geçen zaman içinde acemiler ustalaştı, handikaplar öz ve biçim değiştirdi. Bazıları benim “ajan vs.” olduğumu iddia edip, İslamcıları zinhar bana “yüz vermemeye” çağırdılar. Hatta içlerinden, benim haber toplayabilmek için kendimi İslamcı gibi tanıttığımı söyleyebilecek kadar hayal güçleri geniş olanlar da çıktı. İslamcılardan bazıları beni ısrarla tebliğe çok açık biri olarak gördü, bu nedenle muhtemel birçok güzel sohbet heba oldu.
Yakın çevremdeki genel eğilim ise, bu sonunculara yakın bir şekilde, benim “modaya uyup hidayete ereceğim” ama bu arada “vakit kazanmak istediğim” şeklindeydi. İçlerinde bizzat benle iddiaya girenler bile çıktı.
Bu kolektif sağırlık ortamında nesnel bilgilere ulaşmanın önünde daha bir dizi engel vardı, hep var. Örneğin bir-iki çevre ve çok olağanüstü durumlar istisna, hiçbir İslamcı bir başkasına olan eleştirilerini (hâlâ İslamcıları birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş yekpare bir güç sananlar var mı?) somut bir biçimde yazıya dökmüyor. Bir araştırmacıyı, alabildiğine imalı yazılmış yazıları sabırla kazımaya mecbur bırakan bu tutum “müslüman kardeşliği… dışarıya sır kaçırmama” gibi “ulvi” gerekçelere yaslanıyor. Ama nedense dedikodu, eleştiriden de öte, sözlü karaçalmalar pek revaçta. İslami dergilerin birçoğunda, özellikle okuyucu mektupları köşelerinde, editörlerin okuyucuları “her söylenene inanmama”ya çağırmaları boşuna değil.
Kitapta, ele aldığım çevrelerin yazdıklarından yapılan alıntılar ve kişisel yorumlarım dışında çok az şey var. Bunların içinde dedikoduya yakın gibi görünenler varsa mecburen konulmuş, ama konulmadan önce birçok farklı kaynaktan doğrulatılmış olgulardır.
Başkalarına dokunmamaya çalışan İslamcılar kuşkusuz kendi sorunlarında da aynı yolu izliyorlar. Şunu belirtmek gerekiyor ki İslamcı yayın organları içinde belli bir cemaate ait olanlar her şeyden önce kendi bağlılarına hitap ediyorlar. Bu nedenle konumlarının olumlu anlamda abartılması, cemaat merkezinin işine gelmediği durumlarda çok önemli konuların pas geçilmesi ya da çarpıtılması sık rastlanan bir olay. Derginin samimi bir şekilde okurlarına içlerini dökmesi nedense genellikle ekonomik sorunlarda yaşanıyor. Dergi paralarını yollamayan Anadolu’daki bayiler okura şikâyet ediliyor…
Ayrıca İslami grupların büyük kısmı görüş ve tavırlarını sık sık değiştirip, bunların değişmiş olduğunu açıkça belirtmeyi de sevmedikleri için, kimi zaman varolmayan bir düşünce istikrarı adına, birbirini tekzip eden yazılar arasında sistematik bir ilinti bulmaya boşuna gayret sarfediyorsunuz.
Nesnelliğe ulaşmanın önündeki engeller daha da uzatılabilir. Bu engeller beş yıl önce de vardı, bugün de var. Ama gidişin iyiye doğru olduğunu sevinerek belirtmeliyim.
Yorum anlamında bu kitabın mükemmel olabilmesi için en azından yarısını “İslami Entelijansiya” bölümüne ayırmam gerekecekti. Bunu yapmadım çünkü böyle bir tutum çok kaba bir “müslüman aydınlar İslami cemaatlere karşı” tablosu çıkarırdı. Ayrıca, yalnızca İslami kesimin değil, tüm Türkiye’nin yakın geleceğinde önemli bir rol oynayacaklarını düşündüğüm müslüman aydınlar üzerine geniş kapsamlı, ayrı bir çalışmaya daha şimdiden, en azından niyet olarak girişmiş durumdayım.
Türkiye’de İslam üzerine düşünce üretiminin kısırlığı aleyhimeydi. Özellikle de küçük yaşta bağlandığım Türkiye Solu’nun ilgisizlik ve bilgisizliği çok ihtiyaç duyduğum tartışmaları yapmamı büyük ölçüde engelledi. İstisnalar oldu tabii. Onlar kendilerini biliyor, çok teşekkür ederim.
Hal böyle olunca tartışmalarımı büyük ölçüde müslümanlarla yaptım. Bundan pek de şikâyetçi değilim. Hele bu tartışmaların bazılarında bazen kimin solcu, kimin İslamcı olduğunun karıştığı düşünülürse! Müslümanlar içinde “ufkumun açılmasında” özel olarak bazı dostlarımın çok büyük katkısı oldu. Bu beş yıllık gazetecilik serüvenimden, en azından bu dostlukları edinmeme yardımcı olduğu için çok memnunum.
Kitapla ilgili teknik ayrıntılara gelince: Yüzde 97’sinden fazlasının müslüman olduğu söylenen Türkiye’nin tüm dini haritasını çıkarmak iddiasında, hatta niyetinde değilim. Son bölümde ayrıntılı bir şekilde tartıştığım gibi “Elhamdülillah müslümanım” diyenleri kabaca üç kategoride ele alıyorum. İlk olarak çoğunluğu oluşturan, dini inançlarını gündelik yaşamlarının belirleyici gücü olarak algılamayan “sıradan müslümanlar”. İkinci olarak, sık sık “İslami kesim”, bazen de “İslami cephe” olarak adlandırdığım, dinlerini yaşamlarının en temel belirleyici gücü olarak kabul eden dindar kalabalıklar. Son olarak ise, bu kalabalıklar içinde varolup, İslam’ı yalnızca bir din olarak değil, bir dünya nizamı olarak gören İslamcılar.
Kitapta “sıradan müslümanlar” kapsamında olduğunu veya yönlendiricilerinin İslamcı olmadığını düşündüğüm dini cemaatlerden (örneğin Mevleviler, Cerrahiler, Rifailer, Rufailer, Kadiriliğin bazı kolları, Nakşi bir gelenekten gelmelerine karşın İslam’ı yalnızca bir muhafazakârlık öğesi olarak gören Işıkçılar…) söz etmedim. Bu çevrelerin bambaşka ve belki bundan daha ilginç çalışmaların konusu oldukları da kesin.
İslami kesimin herhangi bir şekilde etkin, önemli veya ilginç tüm çevrelerinden söz etmeye çalıştım. Başta bu kesim içinde yer alıp zamanla onu terkeden Adnan Hoca-Edip Yüksel gibi isimleri ise henüz kopuşları yeni olduğu için kitaba aldım.
Türkiye’deki İslami oluşumlar kitapta altı genel bölümde incelendi. İlk bölümde İslam’dan iki yüz yıl sonra Arabistan, İran ve Horasan’da ilk ciddi örnekleri ortaya çıkan İslam tasavvufunun günümüzdeki uzantılarından İslamcı bir çizgiye sahip olanları (en azından böyle görünenleri) ele alındı. Kökenleri Kuran’da ve Hz. Muhammed’in sünnetinde bulunan İslam tasavvufu tarih boyunca çok sayıda tarikat (Allah’a kavuşturan yol) üretti. Günümüz Türkiyesi’nin tasavvufi yapılanmalarının büyük kısmı “şeriat ile tarikat” arasındaki bağı birincisinin aleyhine kopartıp modern hayata iyice eklemlenmiş durumda. İslamcı bir çizgiyi tasavvuf temelinde sürdürmek isteyen tarikatların başında ise Nakşibendilik geliyor. 14. yüzyılın ortalarında Buharalı Mehmed Bahaüddin Nakşibend tarafından kurulan ve İslam dünyasında hâlâ önemli bir potansiyele sahip olan bu tarikatın Türkiye’deki dört etkin kolu bu bölümde incelendi. Türkiye’nin dört bir yanında varlıklarını sürdüren küçük Nakşi tekkelerinden ise ülke genelinde seslerini duyurmadıkları için söz edilmedi. 12. yüzyılda Şeyh Abdülkadir Geylani tarafından kurulan ve günümüz İslam dünyasında Nakşibendilikten biraz daha yaygın olan Kadiriliğin ise yalnızca bir kolunun incelenmesinin kitabın amacına uygun düşeceğini düşündüm.
İkinci bölümde, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki somut koşulların doğrudan ürünleri olan yeni İslami ekoller incelendi. Süleymancılık tek bir başlık altında ele alınırken, Said Nursi’nin ölümünden sonra sürekli bölünme içinde olan Nurculuğun belli başlı grupları ayrı ayrı incelendi.
İslam’ı esas olarak politik bir ideoloji olarak algılayanlar, buna uygun bir biçimde dinin geleneksel görünümlerini sorgulayanlar üçüncü bölümde “radikal İslam yorumları” çerçevesinde değerlendirildi.
Sağ ile sol partilerin dışında, yasal politika planında bağımsız İslami alternatifler geliştirmeyi ve bu amaçla örgütlenmeyi esas alan iki parti dördüncü bölümde bir araya getirildi.
(Bazı çevrelere diğerlerinden daha fazla yer ayırmış olmam, büyük ölçüde onların bilinen ve genel kabul gören önemleri nedeniyle olmakla birlikte, esas olarak benim onlara atfettiğim önem yüzündendir.)
Bu bölümlemelerden önce İslami kesimin genel bir panoramasını, temel dinamiklerini, iç çelişki ve çatışmalarını, gelişme seyrini, vb. bir arada görmek isteyenler, kitabı okumaya sonuç bölümünden de başlayabilirler.
Özel olarak dipnot verilmeyen kitapta, alıntıların hangi kaynaklardan yapıldığı metin içerisinde belirtildi. Çalışma sırasında yararlanılan kaynaklar ise kitabın sonundaki “kaynakça” bölümünde liste halinde verildi.
Birçok bölümde, sözü edilen İslami çevrenin daha iyi anlaşılabilmesi için bazı metinler ek olarak sunuldu. Bu eklerdeki Türkçe kullanımı, imla ve dizgi yanlışlarına dokunulmadı.
Özellikle İslami kesimin tartışılmak istenmeyen iç örgütsel sorunlarını açıkyüreklilikle dile getiren ve bu çalışmamda bana geniş ölçüde yardımcı olan Yeni Bir Dünyaya Uyanmak adlı kitabın 45. sayfasında, yazarı Mehmet Metiner şöyle diyor: “Halkı küçümseyen, halkın kültürünü, gelenek ve göreneklerini kaale dahi almayan ve onları eğitilmesi gereken sürüler olarak gören kimseler ekonomik durumları ne olursa olsun elitisttirler. Çünkü elitistler en kestirme deyimle, ‘her şeyi en iyi biz biliriz’ ve ‘her şeyin en iyisi bizdedir’ anlayışında olan kimselerdir. ‘Dayatmacı’ ve ‘zorba’ olmaları da bu anlayışlarından dolayıdır. Çünkü onlar kendi duygu ve düşüncelerini kabul ettirmekle –zorla dahi olsa– halkın yararına bir iş yaptıklarının mutluluğu içerisindedirler. Halkı hizaya getirmek elitistlerin baş arzusudur. Dayatmacı ve zorba olan elitistlerin halktan korkmaları da bu yüzdendir işte. Halkın öz değerlerine sahip çıkması elitistler için korkunun asıl kaynağını oluşturur. Bu yüzden halk gerici olarak nitelenir, mürteci olarak itham edilir.”
Metiner’in bu sözlerine katılıyorum. Dinsel planda olup biten her şeyi “ilericilik-gericilik” ikileminden hareketle anlamaya çalışmak hiçbir zaman mümkün olmadı, günümüzde ise iyice imkânsız. Son yıllarda ülkemizde gözlemlenen dine olan ilginin kısmi artışını, yalnız ve yalnız askeri rejimin İslamizasyon politikalarıyla açıklamaya çalışmak, bireyin önemini, onun modern dünyanın cangıllarında iç huzur arayışını görmemekten/görmek istememekten kaynaklanıyor. Dini, egemen sınıfların sömürülerini gizleme ve meşrulaştırmasının basit bir aracı olarak göstermek isteyen bazı solcularımız, ezici bir çoğunluğu dine inanan emekçilere ulaşamamalarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. “Aydınlanma” kavramı etrafında dinin (İslam’ın) ne kadar bilimdışı olduğunu kanıtlamaya çalışanlar, dinsizlik dininin mücahidliğini yapıyorlar. “Çağdaş yaşamı destekleme” adına başörtülü genç kızları üniversitelere sokmamanın savaşını verenler özgürlükçülük dersinden sınıfta kalıyorlar. Tarihinde engizisyon yaşamamış olan İslam’ın dogmalarını “Ortaçağ karanlıklarına” benzetmek ne ölçüde bilimsel?
Bir kitabı okurken hiç bu kadar heyecanlanmamıştım.
Niyesine geleceğim.. Önce kitaba içine girelim. Ruşen Çakır, tarikatları, İslami cemaatleri, oluşumları, dergilerini, hedeflerini, kadrolarını, partilerini anlatmıştı. 20 yıl önce. Dedikleri çıkmış mı? Hem de nasıl.
Peki, ne anlatmış; Modernleşen gelenek demiş; İskender Paşa Dergahını anlatmış. Mehmet Zahit Kotku’dan, Mahmut Esat Coşan’a uzanan Gümüşhaneli Dergahı’nı… Daha doğrusu, Nakşibendi tarikatının en büyük kolunu.
O dönem işleri zordur. Niye mi?
Osmanlı’da, İslam’ın ön planda tutulduğu toplumlarda bireyler nice aşama ve zorluklardan geçerek, elene elene bu tarikatlarda yer alıyorlardı. Bir nevi toplumsal hayatta girme, yer tutma, mevki alma kanalıydı. Cumhuriyet döneminde İslam olmasa bile İslam’ın Ortodoks yorumları baş engel görünüyordu. Bu sebeple işleri zordu. Meşhur İslam dergisini çıkarırlar. Ders, vaaz, sohbet, konferans, seminer, kurs yeterli bulunmamıştır. Dergi bu sebeple çıkar. Ruşen Çakır bu durumu; sözden yazıya geçiş diye özetler..Nedir hedef?
” (s. 24)
Kadrolaşma değince, Naşilere bir nokta koyup Fethullah Gülen hareketine geçelim.. Çakır, 20 yıl önce başlığı atmış. ‘Fethullahcılar: Gözyaşı, sabır, devlet ve millet’ demiş. Bugüne bakarsak; gözyaşı dinmiş, sabır süreci bitmiş, ya devlet! O dönem Fethullah Gülen ile kavgalı olan İBDA’cıların aylık İslamcı militan dergisi, Ak-Doğuş, Gülen’i, MİT ve emniyetle diz dize ve göz göze olmakla suçlamıştı (s. 184) Bugün de öyle mi?
İşte Ruşen’in kitabını 20 yıl sonra bir kez daha okurken heyecanlanmamın sebebi bu.. 20 yıl önceki hedef neydi bugün ne oldu. (Bende Ocak 1991 tarihli üçüncü baskısı olduğuna göre tamı tamına 20 yıl demektir.)
Nedir Gülen cemaati veya hareketi? Bir partiyi desteklemiş midir? Net yanıtı yok. Ama açık biçimde desteklemediği ortada. Çünkü…
Ruşen Çakır’a göre; “Fethullah Hoca için şu ya da bu partiyi desteklemekten daha önemli işler vardır: Kendi grup varlığını oluşturmak, pekiştirmek ve güçlendirmek. Bu amaçla yakın çevresine vakıflar kurdurdu, dergiler çıkarttırdı, öğrenim çağındaki gençlere verdiği öneme paralel olarak özel dershaneler açtırdı. Bütün bu süreç içinde yazdığı yazılar, verdiği vaazlar ve bizzat iştirak ettiği gençlere yönelik derslerle kendisi de bu ilk örgütlenme dönemlerinde, karizmasını bol bol kullanarak bilfiil çabaladı.” (s. 110)
Şöyle bir arkanıza yaslanın düşünün.. Gülen amacına ulaşmış mı? Ruşen’in 20 yıl önce yazdıkları harfiyen çıkmış mı? Evet mi? O halde bu kitabı hemen alın, okuyun, siz de heyecanlanacaksınız.
Gülen cemaatinin iki önemli yayın organı vardır; taa 1979 yılında yayın hayatına başlayan Sızıntı dergisi ile Zaman gazetesi. Cemaatin ne düşündüğünü anlamak için, ne yapmak istediğini anlamak için bugün Zaman gazetesi önemli bir kaynak. Haberlerin veriliş şekli, haber analizler, yorumlar.. Hepsi çok önemli.
Gelelim Gülen’in askerlerle olan ilişkisine..
Her ne kadar zulme uğradığı söylense de, Gülen’in 12 Eylül’ü desteklediği aşikardır. O dönemki hareketleri terörist ve anarşist olarak tanımlar. 1980 yılının şubat ayında verdiği bir vaaz da şöyle der; “İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i- cumhuriye duysun. Polisiye, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet!” (s. 111)
Zahit Kotku’dan, Mahmut Esad Coşan’a, oradan Fethullah Gülen’e geçtik… Gelelim; kitapta atılan başlıkla; Çilekeş bir kavga ve fikir adamı; Bediüzzaman Said Nursi’ye… Nurculuk hep tarikat olarak görülmüştür. Oysa Said Nursi, “Tarikatsız cennete giden çoktur. İmansız cennete giden yoktur” diyerek çabalarının çok farklı olduğunu ıslarla söylemiş.. Nedir o çaba.. Şu: “En geniş manada Müslüman cemaatin imanını kurtarmak, güçlendirmek, onu rakiplerinin silahıyla kuşatmak (seküler bilime karşı İslami bilim) ve bu geniş Müslüman cemaat içinde bir tür öncü rolü üslenecek, daha rafine bir imana, daha güçlü bir cemaat kardeşliği duygusuna sahip ikinci bir cemaat (Nur talebeleri) meydana getirmek.” (s. 89)
Mehmet Zahit Kotku’nun Nakşibendiliği yaymaya çalışırken karşılaştığı en büyük zorluklardan birinin Said Nursi’nin “Devir tarikat devri değil, imanın yeniden ihsas devridir” sözü olduğu belirterek bu bahsi kapatalım.
Kitapta başka ne var? İsmail Ağa cemaati de var. En katı, en sert, ‘niçin’den çok ‘nasıl’la ilgilenen şekilci birtarikat diyebiliriz. “Kadınların çarşafa bürünmesinin, erkeklerin sakal bırakıp, şalvar, sarık, cübbe kullanmasının temel şart olduğu bu tarikatta gündelik yaşamın en ince ayrıntıları konusunda neyin nasıl yapılması şeyh tarafından belirlenip müridlere dayatılıyor.” (s. 65)
Tabii ki Menzil Dergahına da yer verilmiş, tabii ki, Kadiriler de var, Büyük Doğu- İBDA da, Mealciler de, Adnan Hoca da. Niye mi varlar? Ruşen Çakır kitabın başında, “Elhamdülillah Müslümanım” diyenleri kabaca üç kategoride ele aldığını söylüyor. Bir, sıradan Müslümanlar: Dini inançlarının gündelik yaşamın belirleyicisi olarak algılamayanlar. İki, dindar kalabalıklar: Dinlerini yaşamlarının en belirleyici temel unsuru olarak kabul edenler. Üç, İslamcılar: İslami sadece din olarak değil, dünya nizamı olarak görenler..
Kitap üçüncüsüyle ilgilenir.
Aradan 20 yıl geçmiş? Peki Ayet ve Slogan için kim ne demiş?
Kitabın ilk baskısından 11 yıl sonra yapılan yeni baskısına (galiba sekizinci) önsöz yazan Prof. Dr. Şerif Mardin hepimiz için çok önemli bir referans kaynağı oldu dedikten sonra şu satırları ekler: “Çakır’ın araştırmaları en az altı özgün araştırma alanına ışık getirmişti: Türkiye’de İslamlığın liderliğinin kimler tarafından oluşturulduğu; siyasetle olan ilişkileri; İslami teşkilatlanmanın sınırında olan ancak “icazetli” sayılması mümkün olmayan aydınların fikirlerinin ülkemizde İslamı nasıl etkilediği; liderlerin, bu aydınların da fikirleriyle dini inançları bugünkü bilgi çerçevemizi kullanarak yeni ve “ideolojik” bir söylemle nasıl yoğurdukları; Türkiye’de ancak bölük pörçük bilgilerle yazıya aktarılan tarikatların yaygın etkisi.”
Bugünün penceresinden 20 yıl önceye bakmak o günleri hatırlamak, o gün olup bitenlerin sonuçlarını yaşamış olmak ve en önemlisi o günlere geri gitmek heyecan verici..
20 yıl sonra Ruşen’in kitabı böyle..
Genişletilmiş Yeni Basıma Önsöz, s. 15-20
Bundan on yıl önce Derin Hizbullah adında bir kitap kitapçı raflarında yerini aldığında birçokları bunu Hizbullah ile “derin devlet” arasındaki bağları ifşa eden bir çalışma olduğunu düşünmüştü. Hizbullah’a o zamana dek yüklenen anlamlar akla geldiğinde pek de haksız sayılmazlardı, ancak o kitabın yazarı olarak, Hizbullah’ın derinliğinin devlet içindeki bazı odaklarla var olduğu ileri sürülen ilişkilerden değil, toplumun belli kesimleriyle olan bağlarından kaynaklandığını savunuyordum.
Son Ergenekon soruşturmaları bağlamında Hizbullah’ın aslında bir “derin devlet projesi” olduğu iddialarının tekrarlandığını görüyoruz. Fakat bu iddiaların doğru olduğunu kabul etsek bile Hizbullah’ın, bu ülkenin önde gelen toplumsal ve siyasal hareketlerinden biri olduğu gerçeğini reddetmek mümkün olamıyor.
On yıl önce bu kitapta Hizbullah’ın geleceğini tartışırken Fransız araştırmacı Gilles Kepel’in “selefi cihadcılar” hakkında söylediklerine atıfta bulunmuştum. Kepel’e göre bu radikal İslamcı gruplar şiddet eylemlerini tırmandırdıkça devletin baskı politikası artıyor, buna bağlı olarak dindar orta sınıflar İslamcı hareketten uzaklaşıp rejimlere yakınlaşıyorlardı. Bütün bunların sonucunda bu tür grupların, devletten darbe yedikçe kendi içlerine kapandıklarını, kendi içlerine kapandıkça halk tarafından dışlandıklarını, halk tarafından dışlandıkça halka karşı da şiddet uygulamaya başladıklarını gördük. İşte Hizbullah son on yılda, temel amacı varlığını sürdürmek ve varlığını tehdit edenlerden intikam almak olan o türden grupçuklara dönüşmemek için büyük bir gayret sarf etti ve galiba gelinen noktada “kendi kendini tüketen şiddet” sarmalına kapılmamayı becerdi.
Derin Hizbullah’ın ilk basımında Hüseyin Velioğlu’nun ölümüyle “İkinci Hizbullah” döneminin başlamış olduğunu ileri sürmüştüm. Nitekim Hizbullah’ın son on yılı, Velioğlu döneminden çok büyük ölçüde farklı geçti. Kitabın yeni baskısında bu değişim ve dönüşümü eleştirel bir şekilde aktarmaya çalıştım.
Bu kitapta sadece İkinci Hizbullah’ı masaya yatırmakla yetinmeyip 2011 başındaki tahliyelerle birlikte içine girdiğimiz “Üçüncü Hizbullah” dönemi hakkında da bazı değerlendirmeler yapmaya çalıştım. Tahliyelerle birlikte yeniden kamuoyunun gündemine yerleşen Hizbullah’ın ciddi anlamda bir yol ayrımında olduğunu düşünüyorum. Bunu çok kabaca, tepeden tırnağa yasadışı bir “örgüt”ün, tümüyle yasal ve meşru bir “siyasi hareket”e, hatta bir “cemaat”e dönüşme sancısı olarak tanımlayabiliriz.
Derin Hizbullah’ta, 2000 yılında Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından açılan Hizbullah Ana Davası İddianamesi’nin savcı Yılmaz Aktaş tarafından kaleme alınan giriş bölümünü olduğu gibi yayımlamıştım. Dava sürecinde gerek yargıçlar, gerekse savcıların, öte yandan sanıklar ve onların avukatlarının, tabii ki konuyla ilgili diğer yayınlarla birlikte Derin Hizbullah’tan da şu ya da bu şekilde yararlanmış olduklarını düşünüyorum. Yakın zamanda bu dava sonuçlandı ve mahkeme heyeti, gerekçeli kararın basılı bir kopyasını bana da yolladı. Ben de bu yeni çalışmamda söz konusu gerekçeli karardan geniş bir şekilde yararlandım.
İslami hareketler ve Kürt hareketi üzerine yazıp çizdiklerimin, söylediklerimin güvenlik bürokrasisi tarafından uzun bir süredir yakından takip edildiğini biliyorum. İçlerinden bazılarıyla bu konular üzerine sohbet edip tartışmışlığımız da vardır. Buradan hareketle, kendisi de siyasi bir davada yargılanmış birisi olarak, yaptığım herhangi bir gazetecilik çalışmasının bir soruşturma ve yargılama sürecinde kullanılmasının etik boyutu üzerine epey kafa yordum ve bazı meslektaşlarımla bu konuyu uzun boylu tartıştım. Sonuç olarak bunda herhangi birsakınca olmadığı noktasına vardım. Fakat bir gazetecinin, doğrudan polis veya savcılarla herhangi bir soruşturma vb. kapsamında birlikte çalışmasının kabul edilemeyeceği de ortadadır.
(Derin Hizbullah’ın ilk baskısının sonuç bölümünde “Bu kitap, Hizbullah’ın daha iyi tanınması için topluma sunulan bir kaynak olma iddiasındadır. Topluma sunulmuştur, çünkü Hizbullah esas olarak devletin değil toplumun bir sorunudur. Hizbullah’a karşı bir mücadele söz konusuysa bunun özellikle toplum tarafından yürütülmesi gerekmektedir. Çünkü Hizbullah, toplumu kendine hedef seçmiştir” diye yazmıştım. Bugün aynı sözlerimi tekrarlıyorum.)
Bir gazeteci sadece koğuşturan ve yargılayanlarla değil, koğuşturulan ve yargılananlarla da ilişki kurar, kurmalıdır. Zaten bir gazetecinin en büyük avantajı birbirlerine zıt, hasım taraflara aynı anda ulaşabilmesidir.
On yıl önce Derin Hizbullah’ı kaleme alırken en büyük dezavantajım, kendisini Hizbullahçı olarak tanımlayan hiç kimseyle konuş(a)mamış ve Hizbullah tarafından kaleme alındığına emin olduğum hiçbir belge ve yayına ulaş(a)mamış olmamdı. Çünkü cumhuriyet tarihinin en illegal yapılanması olan Hizbullah, kurucusu ve lideri Hüseyin Velioğlu’nun sıkı talimatları gereği yasal alanda hiçbir şekilde varlık göstermiyordu. Ancak Velioğlu’nun ölümünden sonra “İkinci Hizbullah” aşamasına geçildi ve hızla yasal ve yarı-yasal faaliyetlerin temel alındığı yeni bir strateji uygulamaya konuldu.
Bu bağlamda Hizbullah ile ilk temasım, “Kendi Dilinden Hizbullah” adlı kitabın elektronik ortamda tarafıma yollanmasıyla gerçekleşti. “İkinci Hizbullah” döneminin miladı ve bir tür manifestosu olarak görebileceğimiz “İ. Bagasi” (muhtemelen Velioğlu’nun yerini aldığı söylenen İsa Altsoy) imzalı bu kitabı kamuoyuna ilk kez ben duyurmuş oldum.
Ardından 2005 Şubat ayında aynı kanal üzerinden Hizbullah imzalı bir “açıklama” geldi. 25 Ocak 2005’te, Washington Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Dr. Soner Çağaptay, Emrullah Uslu (Taraf gazetesi yazarı, eski polis Emre Uslu) ile birlikte bir analiz kaleme almıştı. Radikal gazetesinin çevirisini yayımladığı bu analizde Hizbullah, El Kaide’nin, Avrupa ile Irak arasındaki köprüsü olarak tanımlanıyordu. Bu analize epey kızmış olan Hizbullah yöneticileri bana yolladıkları açıklamada “El Kaide ile hiçbir teşkilati, siyasi ve eylemsel birlikteliğimiz ve işbirliğimiz yoktur. Böyle bir şeyin söz konusu olmadığını Türk devleti de bilmektedir” diyorlardı. Hizbullah’ın söz konusu açıklaması da kamuoyuna benim üzerimden ulaştı. Nereden bakılırsa bakılsın, yıllardır üzerine çalıştığım bir hareketle elektronik ortamda olsa da nihayet iletişim kurmuş olmak epey heyecan vericiydi.
Hizbullah’ın yasallaşma stratejisine hız verdiği 2005 ve 2006 yıllarında Vatan gazetesi muhabiri olarak Washington’da bulunuyordum. Mesafeye rağmen, bazı meslektaşlarımın da yardımıyla Hizbullah’ın özellikle Güneydoğu’da bazı vakıf ve dernekler kurmasını, bunların üzerinden bazı yasal faaliyetler ve gösteriler düzenlemesini izleme şansım oldu. Bir süre sonra Hizbullah kendi internet sitelerini devreye sokunca bu hareket hakkında birinci elden bilgi almak iyice kolaylaştı. 2007 ortasında Türkiye’ye döndüğümdeyse Hizbullah’ın yasal yayıncılık alanında da epey mesafe katetmiş olduğunu gördüm. İşin ilginci hareketin bu büyük dönüşümü medyanın pek fazla ilgisini çekmiyordu.
Hayatımda Hizbullahçı olduğunu bildiğim bir kişiyle ilk sohbetimi 12 Ocak 2008 günü Diyarbakır’da yaptım. Kısaydı ama epey öğreticiydi. Her şeyden önce Hizbullah’ın yasallığı epey sindirmiş ve sevmiş olduğunu, bu yeni durumun örgüt taraftarlarına belirgin bir güven duygusu aşılamış olduğunu gözledim. Yaklaşık iki yıl sonra Hizbullah davasından uzun süre yatıp çıkmış ve biri Doğru Haber adlı haftalık gazetenin yazarı Fikret Gültekin, diğeri bir dernekte yöneticilik yapan iki kişi NTV’deki ofisimde beni ziyaret ettiler ve kendileriyle Hizbullah’ın dünü, bugünü ve yarını üzerine uzun bir sohbet gerçekleştirdik.
Bir müddet sonra lider kadrosunun beklenmedik tahliyesinin ardından Hizbullah Türkiye’nin gündeminde birinci sırada yer aldı. Ben de hemen Fikret Gültekin’i arayıp, Edip Gümüş ve/veya Cemal Tutar ile mülakat yapma talebimi ilettim. Ne var ki tahliyelerin kamuoyunda yarattığı infial sonucunda Hizbullah liderleri ortadan kayboldu. 18 Ocak 2011 sabahı Fikret Gültekin beni arayarak, tahliye edilenlerden, düzenli bir şekilde emniyete imza veren Hacı İnan’ın gözaltına alındığını haber verdi. İnan ülke çapında yeni bir Hizbullah operasyonu kapsamında gözaltına alınmıştı. Bu operasyon, Hizbullah ile ilişkisi olduğu düşünülen çok sayıda vakıf, dernek ve basın-yayın kuruluşuna da sıçradı ve buralarda gözaltına alınıp çoğu tutuklanan çok sayıda kişiyle (ki bunlardan biri de Fikret Gültekin oldu) yeni bir Hizbullah davası bu kitap hazırlandığı sırada açılmak üzereydi.
Derin Hizbullah’ı on yıl önce yayıma hazırlarken en büyük eksiğimizin, Hizbullah’ı kendi ağzından anlatamama olduğunu çok iyi biliyorduk, fakat o tarihte bu sorunu çözmek mümkün değildi. Bugünse bu konuda çok fazla malzememiz var. Öyle ki günümüzün zorluğunun bunları elemek olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Derin Hizbullah’ın elinizdeki yeni basımında referans kaynaklarımız ağırlıkla Hizbullah’ın kendi kaynakları olacak.
Kitabın yeni baskısını yapmadan önce Hizbullah’ın önde gelen isimleriyle doğrudan görüşme yapmam bu operasyonlar nedeniyle mümkün olmadı. Ben de bu eksiği olabildiğince giderebilmek için yasal alanda faaliyet yürüten bazı kişilerle görüşerek gidermeye çalıştım. Yine aynı nedenle kitapta Hizbullah metinlerinden, normalin üzerinde alıntı yaptım.
Eğer ilerde İsa Altsoy, Edip Gümüş, Cemal Tutar gibi Hizbullah’ın lider kadrosundan biriyle/birileriyle görüşme imkânı bulabilirsem, bunları kitabın sonraki baskılarında yayımlayacağız.
İlk kitabım Ayet ve Slogan 1990 yılında çıktı. O günden bu yana çok sayıda kitabım yayımlandı. Bunların bazılarını Hıdır Göktaş, Levent Cinemre, Sami Oğuz, Fehmi Çalmuk, İrfan Bozan gibi meslektaşlarımla birlikte kaleme aldım. Elinizdeki kitap, gazetecilik ve buna bağlı olarak yazarlık serüvenimde iki nedenle diğerlerinden farklılık arz ediyor. Birincisi, ilk defa bir kitabımı aradan bir süre (burada on yıl) geçtikten sonra geliştirerek yeniden basıyorum. Ellerinde kitabın önceki baskıları olan okurların da göreceği gibi, kitabın ilk halinde hiçbir değişiklik ve çıkartmaya gitmedim, fakat başta bu önsöz olmak üzere Hizbullah’ın son on yılını anlatmayı hedefleyen “Üçüncü Hizbullah” başlıklı bir bölüm ekledim.
Bu kitabın benim için ikinci farkı, ilk defa bir kitabımın daha yayımlanmadan, hatta yazımı tamamlanmadan belli bir ilgi görmesi ve tartışmalara yol açmasıdır. Bu durumdan mutlu olduğumu asla söyleyemem. Çünkü bu kitaba daha çıkmadan gösterilen ilginin hayli “marazi” ve dolayısıyla “rahatsız edici” olduğunu düşünüyorum. Açıklamaya çalışayım: 7 Mart 2011 günü NTV’deki Yazı İşleri programını kapatırken, bir kitap çalışması nedeniyle bir hafta izin yapacağımı söyledim ve hemen ardından çığ gibi büyüyen bir “psikolojik harekât”ın muhatabı oldum. Bu kampanyayı yürütenler, benim “cemaat”, daha doğrusu Fethullah Gülen hareketi üzerine bir kitap yazacağımdan hayli emindiler ve bunu oldukça köpürterek beni bir yerlere ihbar etme ve bu yolla tutuklanan gazeteciler furyasına dahil etme yarışına girdiler.
Haklıydılar, bir “cemaat” üzerine kitap hazırlıyordum ama bu Gülen değil Hizbullah cemaatiydi. Sesimi çıkarmadım, kendi yalanlarına daha ne kadar inanmayı sürdüreceklerini ve çabalarının birilerini harekete geçirip geçirmeyeceğini bekledim. Sonuçta tamamen önyargı ve yalan üzerine kurulu kampanyalarını tekzip etmeyi kitabın yayımlanacağı güne erteledim, çünkü ne kadar rahatsızlık yaratıyor olsalar da bu kişi ve odaklar doğrudan muhatap alınmayı hak etmiyorlar.
Bu kitap için öncelikle eşim Müge İplikçi’ye teşekkür etmek istiyorum. Müge televizyon ve gazetenin “geçici”, kitaplarınsa “kalıcı” olduğu gerçeğini sürekli olarak bana hatırlattı. Zaten bu kitap fikri de onun düzenlediği Ayet ve Slogan’ın 20. yılı kutlaması sırasında doğdu.
Bu kitaba genç arkadaşım Semih Sakallı’nın katkıları çok fazladır. Hatta onun bu kitap için yaptığı araştırmalar sayesinde günümüzde Hizbullah’ı “dışardan” en iyi tanıyan birkaç kişiden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.