Sömürge topraklarında doğan mezhep: Kadiyanilik
Daha önce kısa haliyle haber10.com da yayınladı.
Söyleşinin tamamı:
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla İslam coğrafyasının içine düştüğü siyasi kaos ve modernite karşısındaki kimlik bunalımı, yeni sorunlara yol açtı. Batılı sosyal bilimlerin, batı dışı toplumları açıklarken kullandığı teoriler bilimsellikten çok, politik- ekonomik yönüyle ön plana çıkıyor. Bu durum, entelektüelleri ve akademisyenleri İslam toplumunun sorunlarını tespit etmek ve çözüm sunmak için kendi kaynaklarına yöneltiyor.
Türkiye’de son yıllarda İslam Medeniyeti Tarihi, İslam bilgi Felsefesi ve Sosyolojisi gibi araştırma ve inceleme konularında artış gözleniyor. Bu alanlarda zengin bir külliyat oluşuyor. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hadiye Ünsal’la uzun yıllar İngiltere sömürgesi olarak yaşamış Hindistan’da, hala etkisi ve müntesibi bulunan Kadiyanilik mezhebi üzerine konuştuk.
1. Hadiye Hanım, söyleşimize başlarken kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Öncelikle ilgi ve teveccühlerinizden dolayı teşekkür ediyorum.
Hayat hikâyem kısaca şöyle: Babamın memuriyeti sebebiyle 28 Eylül 1985’te Tokat’ın Turhal ilçesinde dünyaya geldim. Adana’da 29 Ekim İlkokulu’nu bitirdikten sonra ortaokula İmam-Hatip’te devam ettim. İmam-Hatip Okulu yetiştiğim ailenin dünya görüşünden dolayı yegâne tahsil vesilesiydi. Bu sebeple lise sınavlarında tek tercih yaptım ve Adana Anadolu İmam Hatip lisesine yerleştim. Lise yıllarında matematik, geometri gibi derslerin yanında yabancı dile (İngilizce) ilgim fazlaydı. 28 Şubat sürecinin etkisiyle üniversite sınavlarında bana sunulan son derece sınırlı ve kısıtlı seçenek çerçevesinde kendime hedefler koydum ve İlahiyat fakültesini kazandım. Akademisyenlik küçük yaşlarımdan beri ilgi duyduğum bir meslekti. Tefsir de İmam-Hatip yıllarından beri ihtisas yapmak istediğim bir alandı.
2007 yılında Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldum. Lisans yıllarında Arapçamı ilerletmek için gerek babamla gerekse medrese tedrisatı bulunan hocalarla Emsile, Binâ, Maksûd, Avâmil gibi kitaplar okudum. Bunun yanında Prof. Dr. Mustafa Öztürk hocanın Ramazanoğlu Medresesi’nde verdiği klasik tefsir derslerine iştirak ettim ve bu derslerde Endülüslü müfessir İbn Cüzey’in (ö. 741/1340) et-Teshîl li-Ulûmi’t-Tenzîl adlı eserinden bölümler okudum.
2009’da Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne Araştırma Görevlisi olarak atandım. 2010’da “Mevlana Muhammed Ali’nin The Holy Qur’an Adlı Meal-Tefsiri Üzerine Bir İnceleme” konulu teziyle yüksek lisansı, 2014’de “Erken Dönem Mekkî Surelerin Muhteva Tahlili” adlı teziyle doktorayı tamamladım. Yüksek lisans ve doktora tezimi Prof. Dr. Mustafa Öztürk danışmanlığında hazırladım. Hal-i hazırda aynı fakültenin tefsir anabilim dalında yardımcı doçent olarak çalışıyorum.
2. Hocam, Mevlana Muhammed Ali ve Onun meal-tefsiri “The Holy Qur’an” üzerine çalıştınız. Hatta bu konu sizin yüksek lisans tezinizdi de. Mevlana Muhammet Ali ve meal-tefsirine geçmeden önce Mevlana Muhammet Ali’nin de içinde yer aldığı Kadiyânîlik Hareketi ve bu hareketin lideri Mirza Gulam Ahmet Kadiyânî hakkında bilgi verebilir misiniz? Kimdi bunlar? Nasıl ve nerede ortaya çıktılar?
Mevlana Muhammed Ali Kâdiyânîliğin Lahor kolunun kurucusu olması sebebiyle Kâdiyânîlik/Ahmedîlik hakkında kısaca bilgi vermek gerekir. Kâdiyânîlik 1889’da Mirza Gulâm Ahmed (ö. 1908) tarafından Hindistan’ın Kâdiyân şehrinde kurulan siyasî ve dinî karakterli bir harekettir. Gulâm Ahmed, Hz. Peygamber’in ismine işaret etmek üzere hareketi Ahmediyye şeklinde tesmiye etmiştir. Bu hareketin mensupları ve Batılılar Ahmediyye ismini kullanırken Sünnî Müslümanlar bu adlandırmanın Gulâm Ahmed’in kendisine delalet ettiğini ileri sürerek Kâdiyânîyye ismini kullanmayı tercih etmiştir.
Kâdiyânîliğin kurucusu Gulâm Ahmed, Hindistan’da Pencap eyaletinin Gurdâspûr bölgesindeki Kâdiyân’da 1835, 1839 veya 1840 yılında doğmuştur. Gulâm Ahmed’in ailesi Semerkant’tan Hindistan’a göç eden Hacı Barlas soyundan gelmektedir. Kâdiyânîliğin “Müslüman Ahmediye Cemaati” adlı Türkiye yayın organına göre Gulâm Ahmed Semerkantlı bir Türk ailesine mensuptur. Gulâm’ın ailesi Sih idaresinden çok eziyet çektiği için İngiliz yönetiminin himayesine sığınıp bu idareye mutlak sadakat göstermiş ve bunun bir ödülü olarak elde ettikleri topraklarda tarımla uğraşmışlardır.
Küçük yaşlardan itibaren Kur’an-ı Kerim, Arapça ve Farsça öğrenmeye başlayan Gulâm Ahmed, babasından hekimlikle ilgili bilgiler öğrendi. Hukuk alanında yetişmesi için 1864’te babası tarafından Siyâlkût’a gönderildi; ancak hukuk imtihanında başarılı olamadı. Siyalkût’ta geçirdiği süre zarfında Hıristiyan misyonerlerle kurduğu temas sayesinde Hıristiyanlık hakkında bilgi sahibi olan Gulâm Ahmed daha sonra babasının isteği üzerine 1868’de Kâdiyân’a döndü. Memleketine döndükten sonra inzivaya çekilmeyi tercih eden Gulâm Kur’an, tefsir, hadis alanında ve diğer dinlerle ilgili çalışmalara başladı. Yine bu dönemde ilâhî vahye mazhar olduğunu iddia etti.
1857 Sipahi Ayaklanması sonucunda tamamen İngiliz hâkimiyeti altına giren Hindistan’da Hindular ile Hıristiyanların müslümanlara hücum ettiği bir dönemde Gulâm Ahmed bazı gazetelerde Hindular ve Hıristiyanlar aleyhine bir dizi makale yazdı. İslam’ı ve müslümanları savunan bu yazıları dikkat çekti. Bunun üzerine Gulâm Hindular ve Hıristiyanlara karşı elli ciltlik bir reddiye yazacağını ilan ederek esere abone olunmasını istedi. 1880’de Berâhîn-i Ahmediyye adlı eserin ilk iki cildi yayımlandı. Ne var ki başlangıçta elli cilt olacağı belirtilen eser sadece beş cilt olarak neşredilebildi. Gulâm Ahmed eserinin elli cilt olacağına dair sözünün yerini bulmamasına çok ilginç bir izah getirdi ve bu bağlamda elli ile beş arasındaki farkın sadece bir sıfır olduğunu, dolayısıyla sözünü tuttuğunu söyledi.
Gulâm Ahmed 1885’de kendisinin hicrî 14. asrın müceddidi olduğunu ilan etti. 1888’de Allah’ın kendisine taraftarlarından biat almasını ve ayrı bir cemaat oluşturmasını emrettiğini bildirdi. Babasının vefatından sonraki dönemde 1891 yılında mazhar olduğu vahye (!) dayanarak Meryem oğlu İsa’nın diğer peygamberler gibi tabii bir ölümle öldüğünü, kendisinin Muntazar Mehdi ve Mesih olduğunu iddia etti.
Kâdiyânîlerin iddiasına göre âhir zamanda gelmesi beklenen kişi Meryem oğlu İsa değil, yaratılış bakımından ona benzeyen ve Muhammed ümmetine mensup bir şahsiyettir. Müslümanların beklediği Mesih ve Mehdi aynı kişidir ve o kişi de Mirza Gulâm Ahmed’tir. Gulâm hem Hz. Muhammed hem de Hz. İsa’nın ruhunu taşımakta olduğu için barışçıdır; bu yüzden cihad misyonunu savaşla değil tebliğle gerçekleştirecek ve İslam’ı bu şekilde dünyaya yayacaktır.
Gulâm Ahmed 11 Nisan 1900 tarihinde kurban bayramı namazında Arapça bir hutbe okumuştur. Bu hutbe üzerine bir taraftarı onun için “nebi” ve “resul” sıfatlarını kullanmıştır. Gulâm anılan sıfatların kendisine atfedilmesine karşı çıkmamış, bunların bildik anlamlarından farklı bir manada kullanıldığını ileri sürmüştür. Buna göre kendisi nebîdir, ancak bu “yeni bir kitap getiren kişi” (peygamber) demek değildir. Burada sözü edilen nebîlik ve/veya nübüvvet, “Allah’ın has ve seçilmiş bir kulu” anlamına gelir. Gulâm Ahmed bu konudaki itirazlara karşı iki eser kaleme almıştır.
Bilhassa vahiy ve nübüvvet iddialarından dolayı İslam dünyasında çok ciddi tenkitlere uğrayan Gulâm Ahmed 26 Mayıs 1908’de Lahor’da vefat etti. Taraftarları Gulâm Ahmed’in vasiyetine uyarak sağlığında oluşturulan Sadr-ı Encümen-i Ahmediyye’nin başına Mesih’in birinci halifesi sıfatıyla Hakîm Nûreddin’i getirdiler. Hakîm Nûreddin’in 1914’te vefatı üzerine Mirza Beşîrüddin Mahmud Ahmed’i Mesih’in ikinci halifesi olarak seçen Kâdiyân Ahmedîleri Gulâm Ahmed’in nübüvvetine inanmayanların kâfir olduğunu ileri sürdüler. Taraftarlarınca bütün dünyanın halifesi kabul edilen Beşîrüddin Mahmud Ahmed’in ardından Mirza Nasir Ahmed, ondan sonra Mirza Tâhir Ahmed, Mirza Masrûr Ahmed halife seçildi.
Tam bu noktada hareketin Kâdiyân Ahmedîleri ve Lahor Ahmedîleri olmak üzere iki kola ayrılmasının sebeplerinden de kısaca söz etmek gerekir. Hareketin bünyesinde oluşan bu büyük çatlağın ilk emareleri Hakîm Nûreddin’in yönetimi sırasında Gulâm’ın oğlu Mahmud Ahmed’in küfür ve İslam hakkındaki görüşlerinden kaynaklanan huzursuzlukla kendini göstermiş, ardından 1913’te vuku bulan Kanpûr (Cawnpore) Cami ayaklanması bölünme sürecini hızlandırmıştır. Nihayet, Gulâm Ahmed’in oğlu Mahmûd Ahmed’in Mesih’in ikinci halifesi unvanıyla başa getirilmesi üzerine Kâdiyânîlik iki kola ayrılmıştır. Mirza Beşîrüddin Mahmud Ahmed’in önderliğindeki grup Kâdiyân Ahmedîleri olarak tarihe geçmiş, Lahor Ahmedîleri diye anılan diğer grup ise Nisan 1914’ten sonra Mevlana Muhammed Ali önderliğinde Lahor’a yerleşerek Ahmediyye Encümen-i İşâât-i İslâm adı altında faaliyetlerini sürdürmüştür. Lahor Ahmedîleri önderlerini “halife” şeklinde anmamaktadır. Muhammed Ali’den sonra Lahor Ahmedîlerine Mevlana Sadruddîn, Dr. Seyyid Ahmed, Prof. Dr. Asghar Hameed ve Prof. Dr. Abdulkerim Saeed önderlik yapmıştır.
Hareketin Mirza Beşîrüddin Mahmud Ahmed önderliğindeki Kâdiyân kolu Gulâm Ahmed’in gerçek anlamda nebî olduğunu kabul etmiş ve ona inanmayanların kâfir olduğunu ileri sürmüştür. Mevlana Muhammed Ali’nin önderliğindeki Lahor kolu ise Hz. Peygamber’in son nebî/rasul olduğunu, ondan sonra gerek hakiki gerek mecazî anlamda hiçbir nebînin gelmeyeceğini ifadeyle Gulâm Ahmed’in gerçekte bir müceddit ve Mehdi olduğunu savunmuştur. Diğer taraftan Muhammed Ali Hıristiyan misyonerlerin İslâm’a yönelik eleştirilerine cevap vermiş, Osmanlılar’a kayıtsız kalan Gulâm Ahmed’in ve sonraki Kâdiyânîler’in aksine Osmanlı hilafetini desteklemiştir. Düşünce olarak daha ılımlı bir karakter arz eden Lahor Ahmedîleri oldukça faaldir. Bunda Muhammed Ali ve taraftarlarının Londra, Berlin ve Endonezya’daki misyonları aracılığı ile İslâmiyet’i Batı’ya yayma çalışmaları da etkili olmuştur.
1947’te Pakistan devletinin kuruluşuyla birlikte yönetim kademelerinde önemli mevkilere gelen Kâdiyânîler özellikle Kâdiyân kolunun nübüvvet iddiası, küfür telakkisi ve Gulâm Ahmed’e inanmayanları kâfir sayması gibi aşırılıkları yüzünden Pakistan’daki müslüman halk tarafından şiddetli bir tepkiyle karşılaşmıştır. Kâdiyânîliğin her iki kolu da Pakistan Parlamentosu’nun 7 Eylül 1974 tarihinde aldığı kararla “İslâm dışı azınlık” olarak kabul edilmiş ve Pakistan anayasasının 260. maddesine eklenen “Hz. Muhammed’in nübüvvetinin mutlak sonluğuna inanmayan, Hz. Muhammed’den sonra peygamberliğini iddia eden veya böyle bir iddiada bulunan kimseyi peygamber ya da dinî bir müceddid olarak tanıyan kişi anayasanın ve hukukun hedeflerine göre müslüman değildir” şeklindeki bir fıkra ile Pakistan’da yaşayan Kâdiyânîler faaliyetleri açısından ciddi biçimde kısıtlanmıştır. Bu sebeple Kâdiyânîler faaliyetlerini ağırlıklı olarak Avrupa, Asya, Pasifik, Amerika ve Afrika’da yürütmüşlerdir.
Bu noktada şu da belirtilmeli ki Kâdîyân Ahmedîlerinin nübüvvet iddiası, küfür telakkisi, kılıçla cihadı reddetmesi ve Gulâm Ahmed’e inanmayanları kâfir sayması gibi aşırı görüşleri dışında genel manada Allah, iman, ahiret, kader gibi itikadî konularla Ehl-i Sünnet itikadından hemen hiçbir fark bulunmamaktadır. Nitekim Ahmedîler bütünüyle Hanefî fıkhına bağlıdır. Ehl-i Sünnet dünyasında Kâdiyânlilikle ilgili en iyimser değerlendirme bu konuda müstakil bir çalışması bulunan Ethem Ruhi Fığlalı’nın şu cümlelerinde ifadesini bulmaktadır: “Kâdiyânîlik, İslam çemberinin dışına çıkmamış sayılsa bile, ileri sürdüğü görüşler ve özellikle ‘Hatm-i Nübüvvet’ anlayışı ile İslam dininin inanç bütünlüğü bakımından fevkalade tehlikeli ve bir o kadar da zararlı bir davranış içindedir; çünkü sıfatı ne olursa olsun, hangi anlayışı temsil ederse etsin, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra ‘nebevi vahye’ mazhar birinin gelemeyeceği inancı, İslam’ın birlik ve bütünlüğünü sağlayan tek ve vazgeçilmez esasıdır.”
Hocam peki Kadiyanilik sadece Hindistan’la mı sınırlı kalmıştır? Hala devam etmekte midir?
Kâdiyânîlerin nüfuslarına dair farklı rakamlar zikredilir. Hareketin mensupları nüfuslarını 200 milyon olarak belirtseler de bu sayı oldukça abartılıdır. Halife Nâsır Ahmed’in belirttiğine göre dünyada 10 milyon Kâdiyânî vardır. Başka bir kanaate göre ise Kâdiyânîlerin nüfusları 2 milyon kadardır.
Hareketin (Kâdiyân Ahmedîlerinin) internet üzerindeki yayın organına göre şimdiye kadar yerleştikleri ve merkez kurdukları ülkelerin sayısı 207, dünyadaki merkezlerinin sayısı 1869, şimdiye kadar değişik dillerde yayınladıkları Kur’an-ı Kerîm meallerinin sayısı 69, “Humanity First” adlı acil yardım kuruluşunun resmi olarak kaydedildiği ülkelerin sayısı 23, bütün dünyada insanlığa hizmet amacıyla kurulmuş olan hastanelerinin sayısı 12 ülkede 36; dispanserlerin sayısı 55 ülkede 650; sadece Afrika’da harekete ait matbaalarının bulunduğu ülkelerin sayısı 8; yuva, ilkokul, ortaokul ve liselerini kurdukları ülkelerin sayısı 11 okulların sayısı 505, inşa ettirdikleri cami sayısı 15000’in üzerindedir. Sadece 2006 yılında inşa ettirdikleri cami sayısı 169’dur.
Bütün bunların yanında hareketin Muslim Television Ahmadiyya International adlı uluslararası TV kanalı bulunmakta ve kanalın programları muhtelif dillerde izlenebilmektedir. Tarihte Nobel ödülünü kazanan ilk Müslüman bilim adamı Prof. Muhammed Abdüsselam (ö. 1996) bu hareketin bir üyesidir. Maneviyat (Müslüman Ahmediye Cemaati Türkçe Dergisi) adlı Türkçe bir dergi de çıkaran hareketin “Müslüman Ahmediye Cemaati” adlı internet sitesinin açılış sayfasında “Terörü lanetliyoruz”, “şehitlerimize rahmet dileriz” şeklinde ifadelerin bulunması da calib-i dikkattir.
Barışsever, kanunlara saygılı ve her düşünceden insana aynı derecede sevgi ile davranmalarından dolayı saygı duyulan bir cemaat olduklarını belirten Ahmedîler, kendi ifadeleriyle Rasûlullah’a gönülden bağlı, İslamî emirlerin tamamına riayet eden Ehl-i Sünnet’e mensup kişilerden oluşmaktadır. Bu noktada Mevlana Muhammed Ali’nin torunlarıyla vicahen tanışmamız hasebiyle şunu da belirtmek gerekir ki bu hareketin mensupları dinî ritüellere -farz ibadetlerden nafilelere kadar- oldukça önem vermektedir. Bütün bunlar Fethullah Gülen hareketi ve faaliyetlerini çağrıştırmaktadır.
3. Gulam Ahmed’in nebi/resul kelimelerinin gramatolojik ayrımından yararlanması nasıl mümkün olmuş? Söz konusu bu ayrım peygamberliğin statüsü ile ilgili –hukuki bağlam içinde- Arap Dilbilim tartışması Urduca yazan Gulam Ahmet’e nasıl ulaşmış?
Kelâm ilminde nebî ile resul kavramlarına dair muhtelif tanımlar yapılmış ve Ehl-i Sünnet kelamcıları nebî ile resul arasındaki farka dair değişik görüşler ileri sürmüştür. Buna göre, (1) Nebî resulden daha genel bir anlam taşır. Nebî Allah’ın belli bir konuya ilişkin bilgileri vahiy yoluyla bildirdiği insan olup Allah’tan aldığı vahiyleri başkalarına tebliğ etmekle yükümlü değildir. Eşarîlere göre bu tür vahiyler alan kadın nebîler de vardır. Resul ise daha özel bir anlam taşır. Buna göre her resul nebîdir, fakat her nebî resul değildir. (2) Nebî Allah’ın kendisine kitap ve şeriat göndermediği elçisidir. İnsanları, önceki dönemde veya yaşadığı çağda kitap ve şeriat verilen bir resulün dinine davet etmekle yükümlüdür. Resul ise Allah’ın yeni bir kitap ve şeriat gönderdiği kişi olup önceki resullerin kitap ve şeriatını tamamen veya kısmen geçersiz kılabilir. (3) Nebî Allah’ın sadece müminlere gönderdiği elçi iken resul kâfirleri hak dine davet etmek üzere görevlendirilen kimsedir. (4) Nebî Allah’ın insanlardan seçtiği elçiyi ifade eder, resul ise meleklerden seçilen elçiler için de kullanılır.
Nebî ile resul arasındaki farkların kesin delillere dayandığını söylemek mümkün değildir. Zira Kur’an’da resul ile nebî kelimelerinin aynı anlamda kullanıldığı vakidir. Keza Mu’tezile kelamcıları da her iki kelime arasında fark bulunmadığı kanaatindedir. Bu konuda Kadî Abdülcebbar’ın Şerhü’l-Usûli’l-Hamse adlı eserdeki izahatı tatmin edicidir.
Gulâm Ahmed’e gelince, kanaatimizce Gulâm Ahmed nübüvvet iddiası meselesinde nebî ve resul kelimeleri arasındaki farklara atıf yapmamaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Gulâm nebîliğini “yeni bir kitap getiren kişi” (peygamber) demek değil” şeklinde te’vil etmiştir. Gulâm bu konuyla ilgili iddialarını şu şekilde izaha çalışmıştır: “Şimdi artık Muhammedî nübüvvet dışında bütün nübüvvetler kapanmıştır. Artık (yeni) şeriat sahibi hiçbir nebî (peygamber) gelemez. Fakat (yeni) şeriat (ve yeni din) getirmeden nebî olabilir. Ancak öyle birisinin önce Rasûlullah’ın ümmetinden olması gerekir… Yüce Allah bana nebî adını vermiştir. Ben hem nebîyim hem de Rasûlullah’ın ümmetiyim. Böylece bizim seyyidimiz ve efendimizin önceden verdiği haber tamamlanmış olacaktır. (O da şudur ki) gelecek olan Mesih, hem ümmetinden olacak hem de nebî olacaktır… Ben herhangi bir yeteneğimle değil, ancak Allah’ın lütfuyla, benden önce geçmiş olan nebîlere, resullere ve Yüce Allah’ın seçkin kişilerine bahşedilen nimetten tam olarak payımı aldım. Şayet efendim Hz. Muhammed’e tabi olmasaydım, bu nimeti elde etmem mümkün değildi. İşte ben her ne bulduysam ona itaat etmekle buldum.”
4. Kadiyânîlikte mücedditlik, mehdilik, kendilerini peygamber görmeler yoğun. ‘Vadolunmuş Mesih’, ‘Beklenen Mehdi’… Bu vakıanın altında yatan sebepleri söyleyebilir misiniz? Mesihyanik/Mehdici kurtuluş teolojisi/ideolojisinin, Hindistan’ın İngilizler tarafından sömürgeleştirilmesiyle ilgisi var mı?
Kâdiyânîlik İslam dünyasının Batı karşısında ağır yenilgiler yaşadığı dönemde ortaya çıkmış bir harekettir. 1526-1858 yılları arasında Hindistan’da hüküm süren Babürlülerin çöküşü, bu yenilginin bölgedeki başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Zira 18. yüzyılda Hindistan’daki Babür imparatorluğunun gerileme ve çöküş sürecine girmesi; bunun yanında özerk devlet statüsündeki İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin Uzakdoğu ve Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğini temsil etmesi müslümanlar üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Şirket bu temsilciliğini, 1858 yılına kadar özellikle Hindistan’daki faaliyetleri, konumu ve etkisiyle özerk bir devlet gibi sürdürmüştür.
Müslümanların Hint alt kıtasında siyasi hâkimiyeti kaybetmeleri psikolojik sarsıntılara, bunu takip eden iktisadi ve idari güçlükler de müslümanlar arasında batıl inanışların yaygınlık kazanmasına yol açmıştır. Hint alt kıtasındaki bunalım dönemi Mehdi ve Mesih inancına yatkınlığı artırmıştır, denebilir. Mirza Gulam Ahmed’in Mehdi gibi tanıtılmaya çalışılması, en azından bir yönüyle Hindistan coğrafyasındaki bunalımın yansımasıdır.
5. Gulam Ahmed’in babasının İngilizlerle arası çok iyiydi. Aynı şekilde kendisinin de. Hatta Müslümanlar onu ‘İngiliz Fidanı’ olarak suçluyorlar. Bu konuda neler söylersiniz? Onun barışçı tebliğ ve cihat metodolojisi sadece İngilizlere sadakat faktörüyle açıklanabilir mi? Bunda Gulam Ahmet’in kelâmi meşrebinin payı var mı?
Gulâm Ahmed’in ailesinin Sih idaresinden eziyet çekmesi neticesinde İngiliz yönetimine sığınıp mutlak sadakat göstermesi ve İngilizlere bağlılığını dile getirip adalet ve iyilik yıldızı olarak gördüğü kraliçenin duacısı olduğunu açıklayan iki eser kaleme alması “İngiliz Fidanı” olarak anılması gibi bir sonuç vermiştir.
Kadiyânîleri tenkit eden kesimler Gulâm Ahmed’in, “İngiliz hükümeti elli yıllık tecrübe sonucu ailemizin vefalı ve fedakâr olduğunu görmüştür. Hükümetin yüce makamları bu ailenin öteden beri İngiliz Hükümeti’ne içtenlikle bağlı olduğunu ve büyük hizmetlerde bulunduğunu kabul etmiştir. İngiliz Hükümeti’nin kendi elleriyle diktiği bu fidan hakkında akıllı ve dikkatli davranması, her şeyi iyice araştırıp incelemesi ve dikkatle karar vermesi lâzımdır.” şeklindeki ifadelerine dayanarak İngilizlerin, Hindistan’daki Müslümanları bölmek için Gulâm Ahmed’i seçtiklerini ve onu kendi menfaatleri için kullandıklarını belirtmiştir.
Gulâm Ahmed’in İngilizleri övdüğünü Mirza Tâhir Ahmed de itiraf etmiştir. Mirza Tâhir, Gulâm’ın gerekçelerini de anlatmıştır. Buna göre Gulâm İngiliz hükümetini övmeye mecburdur. Zira Sih iktidarı Müslümanlara başka hiç bir yerde görülmeyen zulümler yapmıştır ve İngiliz hükümeti onları bu zulümden kurtarmıştır. Kâdiyânîler, Gulâm Ahmed’in “İngiliz fidanı” olarak anılmasına karşı başka gerekçeler de öne sürmüştür. Söz konusu gerekçelerden birine göre sadece Gulâm değil, devrin bütün ileri gelenleri İngilizleri övmüştür. Tarihte Vahhabiler gibi İngilizlerle işbirliği içinde olup Osmanlıyı hançerleyenler “İngiliz fidanı” olarak anılmayı hak etmektedir.
“Gulâm Ahmed’in barışçı tebliğ ve cihat metodolojisi sadece İngilizlere sadakat faktörüyle açıklanabilir mi?” şeklindeki sorunuza gelince, kanaatimce bu konu Gulâm Ahmed’in hem Hindistan’daki sömürge yönetimine itaat ve sadakat politikasının (loyalizm) bir yansıması hem de bu politikanın lazım-ı gayri mufarıkı olan apolojist cihad söylemleriyle ilintilidir. Zira son dönem İslam dünyasında cihad meselesiyle ilgili apolojist yaklaşım Seyyid Ahmed Han (ö. 1898), Muhammed Abduh (ö. 1905), Mevlana Muhammed Ali, Muhammed Hüseyin Heykel (ö. 1956), Mahmud Şeltût (ö. 1963) Muhammed Ebû Zehre (ö. 1974), Muhammed Esed (ö. 1992) gibi birçok müslüman ilim-fikir adamı tarafından da kabul görmektedir.
Gulâm Ahmed’in cihad konusundaki şu ifadeleri İngiliz sadakatini teyit etmektedir: “Kur’an’da İslam’ın propagandası için cihad yoktur. Cihada nefsi savunma için izin verilmiştir. Bir Mesih olarak ben kan dökemem, dilimle adaleti yerine getiririm. Öte yandan Kur’an ve Hz. Peygamber İslam’ın propagandası için kuvvet kullanılmasını yasaklamıştır. Hem artık kılıçla cihad zamanı geçmiştir. Kalem, dua ve büyük kerametlerle yapılacak olandan başka cihad kalmamıştır.”
Fığlalı’nın da belirttiği gibi Gulâm Ahmed’in cihadla ilgili görüşleri Hindistan’ı işgal edip sömüren İngilizlerin işine yaramıştır. Buna mukabil Gulâm Ahmed de hem sömürgeci İngilizlere sırtını dayayarak görüşlerini rahat bir şekilde ifade imkânı bulmuş, hem de İngiliz idaresinin sağladığı maddî ve manevî nimetlerden de bolca yararlanmıştır. Ancak Gulâm ve takipçilerinin bu tercihleri, İslam dünyasında Kâdiyânîliğin mahkûm edilmesi gibi haklı bir karşılık bulmuştur.
6. Gelelim Mevlana Muhammed Ali ve meal-tefsirine. Bu tefsir hakkında neler söylersiniz? Amerika ve Avrupa’da en çok okunan meal-tefsirlerden. Bu ilgi ve alakanın altında yatan sebep sizce nedir?
Bildiğim kadarıyla Marmaduke Pickthall’ün The Meaning of The Glorious Koran’ı, Arthur John Arberry’nin The Koran Interpreted’ı, Abdullah Yusuf Ali’nin The Holy Qur’an’ı Batı’da çok tanınan ve okunan İngilizce Kur’an çevirileri arasında yer alıyor. Muhammed Ali’nin The Holy Qur’an’ını da aynı kategoride saymak lazımdır. Muhammed Ali’nin The Holy Qur’an’ı 20. yüzyılın başlarından itibaren çok sayıda baskısı yapılan bir meal-tefsirdir. Bu şöhret, öncelikle eserin İngilizce olarak hazırlanması ve Fransızca, İspanyolca gibi diğer bazı Batı dillerine çevrilmiş olmasıyla yakından alakalıdır. Bunun yanında özellikle gaybî varlıklar, kıssalar ve fıkhî hükümlerle ilgili ayetlerin tefsirinde modern Batılı insanın düşünce dünyasında kabul görecek yorumların tercih edilmiş olması da eserin tanınmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca Kâdiyânîlik (Ahmedîlik) hareketinin İslam’ı dünyaya yayma gibi bir misyon üstlenmesi ve bu amaçla dünyanın dört bir yanında faaliyette bulunması, mealin özellikle Batı dünyasında tanınmasında rol oynayan bir diğer önemli faktör olarak zikredilebilir.
The Holy Qur’an 2008 yılında Ender Gürol tarafından Kur’an’ı Kerim Tercümesi ve Meali adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Ne var ki bu çeviri birçok açıdan, özellikle gerek Kur’an’daki kavramların, gerek dinî terminolojideki ıstılahların Türkçe karşılıkları açısından son derece problemlidir. Bir örnek vermek gerekirse Muhammed Ali’nin İslam âlimleri veya ilmî otorite sahipleri anlamında kullandığı authorities kelimesi “yetkililer” diye çevrilmiştir. Bildiğim kadarıyla eser bir kez daha Türkçe’ye çevrildi ve fakat Lahor Ahmedîleri’nin çeviri eserin üzerine Ahmediyye Encümen-i İşâât-i İslâm adını yazdırma konusundaki ısrarları haklı olarak yayınevi sahibinde karşılık görmedi..
7. Sizi Mevlana Muhammed Ali ve meali üzerine çalışmaya iten olgunun Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün ‘Muhammet Esed’in Meal-Tefsirindeki İntihaller Üzerine’ adlı makalesi olduğunu belirtiyorsunuz. Hocam, nedir bu mesele? Sonuçta Avrupalı biri olarak Esed’in yorumsama ve rasyonalizmi tercih etmesi mantıklı. Ayrıca Arap Düşünce sistemini anlamak ve birinci elden okumak için uzun yıllar çölde yaşamış. Muhammed Esed’in meali için ‘intihal’ yorumunu destekleyen başka bulgular var mı?
Aslında bu konu üzerinde tez çalışması hazırlamadaki amacım Mevlana Muhammed Ali’nin Kur’an ve tefsir anlayışını ortaya koymaktı. “The Holy Qur’an gerçekte Kâdiyânîlik hareketinin inanç, ibadet ve muamelat esaslarını, ahlâk ve felsefesini yaymak maksadıyla hazırlanmış bir İngilizce Kur’an çevirisidir” şeklindeki değerlendirmelerin isabetli olup olmadığını tespit açısından da bu konuyu seçtim.
The Holy Qur’an muhtemelen mezhebî ve siyasî muhalefetten dolayı Sünnî İslam dünyasında ve Türkiye’de pek tanınmamıştır. Gerçi Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952) Tanrı Buyruğu (Kur’an-ı Kerim’in Tercüme ve Tefsiri) isimli mealindeki açıklama notlarında Mevlana Muhammed Ali’ye “Hindistan efadılı ulemasından” gibi övücü ifadelerle atıfta bulunmuş; ancak bu atıflar onun Kâdiyânîliğe mensubiyetle itham edilmesine neden olmuştur.
Öte yandan, Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı adlı meal-tefsirindeki birçok dikkat çekici yorum da Muhammed Ali’nin The Holy Qur’an’ındaki açıklama notlarından nakledilmiş gözükmektedir. Lakin Esed eserinin hiçbir yerinde Mevlana Muhammed Ali’ye atıfta bulunmadığı gibi, The Holy Qur’an’ı da kaynak göstermemiştir. Bu durum Mustafa Öztürk tarafından intihal olarak değerlendirilmiştir.
Öztürk’ün, “Muhammed Esed’in Meal-Tefsirindeki İntihaller Üzerine” (İslâmiyât, cilt: 10, sayı 3, Temmuz-Eylül 2007) adlı makalesinde belirttiğine göre Esed’in, “Okuyucuya takdim ettiğim bu çalışma, ömür boyu süren incelemelerin ve Arabistan’da harcanan yılların bir mahsulüdür” şeklindeki ifadesi doğruluk yönünden kuşku götürür niteliktedir. Zira Esed’in mealindeki tefsir notlarının önemli bir kısmı Arabistan’da harcanan uzun yılların ve onca yıl süren bir ilmî çalışmanın mahsulü gibi gözükmekten ziyade, ikameti sırasında Cinnah ve Muhammed İkbal gibi ünlü şahsiyetlerle tanıştığı, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dairesi başkanlığı, İslâmî Tecdit Kurumu üyeliği ve Birleşmiş Milletler temsilciliği gibi önemli görevlerde bulunduğu Pakistan’da muttali olduğu ve meal çalışmaları sırasında da elinin altında hazır bulundurduğu bir eserden alıntılanmış gözükmektedir.
Muhammed Esed’in uzun yıllar boyunca Lahor’da yaşamış olması da genelde Kâdiyânîler (Ahmedîler), özelde Lahor Ahmedîleriyle herhangi bir ilişkisinin bulunup bulunmadığını akla getirmektedir. Rashid Jahangiri tarafından aktarılan bir bilgiye göre Esed, Mevlana Muhammed Ali’den sonra Lahor Ahmedîleri’nin lideri olan Mevlâna Sadreddin vasıtasıyla İslam’a girmiştir. Esed’in ihtidası, Mevlâna Sadreddin’in Berlin’de Lahor Ahmedîleri’ne ait caminin imamı olduğu sırada gerçekleşmiştir. Jahangiri’nin bilgi notuna göre Esed’in ismi mühtedilere ait kütükte hâlen mevcuttur.
Esed’in meal-tefsirinde intihallerin bulunduğuna ilişkin kanaat İsmail Çalışkan ve Mehmet Emin Akın gibi araştırmacılar tarafından da kabul görmüştür. İsmail Çalışkan M. Esed’in Kur’an Mesajı’nın Tahlil ve Tenkidi adlı eserinde (s. 155-156) Esed’in intihallerine ilişkin olarak şunları söylemektedir: “Doğrusu o bu tutumuyla yanlış bir yolu benimsemiştir. Zira fikir ve yargıların asıl sahibine nisbet edilmesi, ilim ahlakının en başat ilkelerinden biridir. Bu ilkeyi vurguladıktan sonra, biz, Esed’in bu tutumunun nedenleri üzerinde durmak istiyoruz. Bilindiği gibi tefsirlerin hemen hepsinde önceki müelliflerin eserlerinden doğrudan veya mana olarak yığınla alıntı vardır. Hatta bu olgu neredeyse tefsirin esaslarından birisi olmuştur. Buna başvuran müelliflerin gayeleri mevzuları iyi bir şekilde açıklamak olduğundan böyle bir yola başvurmayı sakıncalı görmediklerini düşünüyoruz. Nitekim günümüzde saygın bilim insanlarının yazdıkları tefsirler de bunu görmekteyiz. Ayrıca onlar bugün geçerli olan akademik esaslara bağlı çalışmalar da değildir. Kur’an Mesajı’nda da ilmi çalışmalarda gösterilmesi beklenen ilmi kaygı ön plana çıkarılmamıştır. Bu olgu, eserin bilimsel değerinin olmadığı anlamına gelmez, ama ilmi bir eser olsun diye yazılmadığını gösterir. Her ne sebeple olursa olsun böylesi davranışların ilim etiğine uymadığını kabul etmekle beraber, bizim bu noktada esas dikkat ettiğimiz husus, bir müellifin orijinal bir hüküm, fikir, mana ya da yorumu başkasından aldığı halde onu benimsemesi ve eserinde yer vermesidir. Böyle bir yolu seçen müellifler sanki şöyle demek istemektedir: “Bu konuda benim fikrim de budur.” Bu durum kısmen Esed’in tefsir açıklamalarında da vardır, üstelik alıntılar sadece M. Muhammed Ali ile de sınırlı değildir. Yani o, bu tür alıntıları almakla, onlardaki fikri kabul etmiştir. Bir de bu alıntıları özellikle tefsir kısmında yapmış olması, onun hakkındaki eleştiri dozumuzu hafifletici neden olarak görmemize yol açmıştır. Kendisine anlayıcı yaklaşmamıza bir sebep de Muhammed Ali’nin Kâdiyânî akımı içinde mutedil fikri savunan Lahor Ahmedileri’nin lideri olmasıdır. Elbette Esed, söz konusu alıntıları yaparken ne yaptığının bilincindedir. Fakat M. Ali’nin mensup olduğu dini grup, her hâlükârda, İslam dünyasında kabul görmeyen ve fikirlerine çok sert muhalefet edilen bir gruptur. Hatta Kâdiyânîlik Pakistan’ın bir sosyal gerçeği olmasına rağmen 1950’li yıllarda olduğu gibi bazen çok büyük infial ve anarşi ortamı meydana gelmiştir. Söz konusu olgu ve olayları çok iyi bilen Esed, bu yüzden ona açıkça atıf yapmaktan kaçınmış olabilir. Hatırlanacağı üzere, The Message of the Qur’an’ın ilk cildi yayınlandığında şiddetli eleştiriler olmuş ve kitap yasaklanmıştır bile. Eleştirilerden birisi de Kâdiyânî görüşlerine benzer fikirlerin olmasıydı. Günümüzde açıkça söylemeseler de bu tür yargıları paylaşanlar vardır. İşte bu yüzden şayet araştırmacılar, hem tefsir tarihindeki gelenek hem de günümüz İslam dünyasındaki düşünce sorunları açısından Esed’in bu tutumunun sebeplerine eğilirseler, sert, tahkir edici ve suçlayıcı nitelemeler yerine, daha pozitif sonuçlar elde edebilirler. Elbette böyle olsaydı bile Esed’in atıflarıyla ilgili Öztürk’ün tespit ve tenkitlerinin haklılığını ortadan kaldırmazdı.”
8- Meal-tefsirciliğin artışını neye bağlıyorsunuz? Batılı sosyal bilimlerin bu artışta etkisi var mı?
Meal ve meal-tefsirciliğin artışındaki temel unsur Batılı sosyal bilimlerin etkisinden ziyade Kur’an İslamcılığı söyleminin giderek revaç bulmasıyla ilgili bir husustur. Bu hususu Prof. Dr. Mustafa Öztürk hoca Cumhuriyet Türkiye’sinde Meal ve Tefsirin Serencamı adlı eserinin birinci bölümünde etraflı bir şekilde izah etmektedir.
Şöyle ki, meallerin sayısındaki artış 80’li yılların Türkiye’sinde kendisinden söz ettiren Kur’ancılık-Mealcilik akımının söylemleri ile 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren bazı İlahiyatçıların “İslam Kur’an’dan ibarettir” şeklinde özetlenebilecek söylemlerinin yaygınlık kazanmasıyla yakından ilgilidir. İslam’ın en doğru ve en dolaysız şekilde ancak Kur’an’dan öğrenilebileceği, dolayısıyla dinî kaynak olarak salt Kur’an okunması gerektiği tezini savunan bu söylem, dinî geleneği sorgulamanın lüzumuna inanan entelektüel Müslümanlar tarafından çok cazip bir teklif gibi algılandı ve bu algı Türkiye’de meallerin geniş ölçekli rağbet görmesi sonucunu doğurdu.
Meal-tefsirin rağbet görmesindeki bir diğer önemli faktör ise Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı adlı meal-tefsirinin yoğun ilgiye konu olması ve bu durumun benzer çalışmaların hazırlanması ihtiyacını doğurmasıdır. Meal-tefsir okumalarının her müminin doğrudan doğruya Kur’an’la buluşması gibi olumlu sonuçlarının yanında, her biri aslında bir te’vil veya te’vilin hasılası olan meallerden hareketle Allah adına konuşmak gibi kötü bir alışkanlığa yol açması, hatta hemen herkesin kendisini Kur’an ve tefsir alanında söz sahibi olarak algılaması gibi tahripkâr sonuçlar da doğurmuştur. Bu menfi sonucun tahrip düzeyi ise Nasreddin Hoca’nın “Sesi yarın çıkar” fıkrasındaki gibi, ilerleyen zamanlarda ortaya çıkacaktır.