YİTİK HAFIZANIN PEŞİNDE
Prof. Dr. Ümit MERİÇ
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu Üyesi
20 Ekim 2018 / Buhara
Kıymetli Hazirun,
Türkiye’den Özbekistan’a ortak bir sosyal bilim kongresine katılmak üzere sevinerek gelen Türkiyeli ilim insanları ve bizi tren istasyonlarında uzaktan gelmiş akrabalarının hasretiyle kucaklayarak karşılayan candan aziz Özbek kardeşlerim.
Bu benim Semerkand ve Buhara’ya ilk gelişim. Ama itiraf etmeliyim ki Tokyo’dan Buenos Aires’e, Cape Town’dan Oslo’ya kadar, sevgili dünyamızın birçok yerine gitmek bahtiyarlığına ermiş bir insan olarak, son iki yıldır, dünyada başka hiçbir yere gitmek, hiçbir yeri görmek istemiyordum Semerkand ve Buhara’nın dışında.
Gönlümle bu topraklar arasında kurulan bu ilgi köprüsünün, şahsımla ve ülke tarihimle birçok bağlantısı var. Bu sebeple “Yitik Hafızanın Peşinde” diye özetleyebileceğim konuşmamı, iki ana bölümde toplayacağım. Önce bu diyar ile kendi ülkem arasındaki tarihi ilişkiyi X. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar getirip, sonrasını bugün tebliğini dinleyeceğimiz kıymetli araştırmacılara bırakacağım. Konuşmamın ikinci kısmında ise Özbekistan Cumhuriyeti’ni tanıyan ilk ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti olduğunu hatırlatarak ilişkilerimizin nerede olduğu ve nerede olması gerektiği hakkındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım.
Önce müsaadenizle kendi hayat hikayemden başlıyorum. İlkokul beşinci sınıftayım. Üsküdar Sultantepe’de dik bir yokuşun sonundaki beton okul binamızın az ötesinde Halide Edip Adıvar’ın çocukluk ve genç kızlık yıllarını geçirdiği köşkün bahçe duvarının karşısında enine geniş aşı boyalı bir konak var. Annem bu konak yavrusunun yanındaki kabristanın önünden geçerken nefti selvilerin gölgesinde yarısı toprağa batmış ve İstanbul’un diğer mezarlıklarında pek de çocuk gözlerimle görmeye alışmadığım mezar taşlarının Özbeklere ait olduğunu söylüyor ve “Haydi Özbek kardeşlerimize bir Fatiha okuyalım” diyor. Sonra ilave ediyor; “Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’dan Anadolu’ya geçenler önce eski bir İttihatçı olan dayının Sirkeci’deki İzmir lokantasında buluşur, sonra gizlice Üsküdar’a geçip buradaki Özbekler Tekkesi’ne gelir, oradan gece yarısı karanlıkta çıkar, çok defa deniz yoluyla Ankara’ya gitmek üzere hareket ederler, bazen de silah götürürlermiş.” Özbek kelimesini ilk defa o gün duyuyorum. Sonra eve geliyoruz. Babam Fransızca öğrenmek için gelen öğrencilerine galiba Farsça bir şiir okuyor:
“Eger an Türk-i Şîrâzî bedest âred dil-i mârâ
Behâl-i hinduyeş bahşem Semerkand ü Buhârârâ”
Beytin manasını açıklayınca bir Türk güzeline Semerkand ve Buhara’yı feda eden Hafız için “Sanki o şehirler kendisine mi ait ki böyle sevdiğine feda ediveriyor” deyip talebelerini güldürüyor. Semerkand ve Buhara o gün hayatıma giriyor ve bir daha hiç çıkmıyor.
Şimdi 1000 yıl önce bu topraklardan ayrılan ve Avrupa içlerine kadar giden bir imparatorluğun, bugün Türkiye topraklarında yaşayan torunları olarak irfan coğrafyamızda Özbek diyarının hatıralarını sizlerle beraber arayalım istiyorum.
Kronolojik sıraya sadık kalırsak Buhara denilince ecdadımızın da bizim de hafızamızda hemen Dar-ül Hadis’ler canlanır. Dar-ül Hadis’ler, muhaddisler ve o silsilenin en başında Hz. Buhari. 810’da burada, şimdi bizi buluşturan bu şehrin gök kubbesi altında doğan, bir rivayete göre 300.000, bir rivayete göre 600. 000 hadisi elinde demir asa, ayağında demir çarık Mekke, Medine, Bağdat, Basra, Mısır, Nişabur, Belh, Rey ve daha nice İslâm şehirlerindeki binlerce alimle görüşen, 70.000 talebe yetiştiren ve 7.000 sahih hadisi toplayarak yüzyıllar boyunca yaşayan her Müslümanı huzur-u risaletpenahiye buyur eden İmam Buhari. Evvelsi gün kendisini Semerkand’ta ziyaret ettik ve 870’te vefat etmiş olmasına rağmen, İslâm alemini yüzyıllardır birbirine bağlayan bir silsileler zinciri dolayısıyla ruh-u şeriflerine rahmet dualarımızı takdim ettik.
Tırmiz bir nehir ve Tırmizi bir insan. Ceyhun nehri veya Amuderya kıyısında Buhara’nın güneyinde 824’te doğan, bir rivayete göre âmâ doğan, ama üstadı Buhari’nin 70.000 talebesinin birincisi olmayı başararak bizi Kütüb-ü Sitte’den biri olan eseriyle aydınlatan büyük muhaddis.
Ondan 50 yıl sonra yine bu topraklarda, bu göğün altında İmam Maturidi dünyaya şeref verecektir. Bugün Türkiye’de ehl-i sünnet aileler çocuklarına daha küçük yaşta “İtikad mezhebim ehl-i sünnet vel cemaat, itikatta mezhep imamım İmam Maturidi’dir” diye öğretirler. Peki İmam Maturidi kimdir? O, bir Semerkandi’dir. X. yüzyıl Abbasi merkezî iktidarının gücünü kaybetmeye, Horasan ve Maveraünnehir’de ise kalıcı bir istikrarın yükselmeye başladığı asırdır. Maturidi’nin doğduğu Semerkand şehri, Hindistan, İran ve Çin’den gelen ticaret kervanlarıyla zenginleşmiş ve Semerkand Bağdat’ta batan ilim güneşinin doğduğu şehir olmuştur.
Bazı tarihçiler İmam Maturidi’nin soy ağacını Hz. Peygamber’i Hicret’ten sonra evinde ağırlayan ve kabri bugün İstanbul’un Eyüp semtinde bulunan Ebu Eyüp El-Ensari’ya kadar götürmektedirler. Belki biraz da bu sebepten olsa gerektir ki Özbekistan’dan İstanbul’a gelen ve bazıları da Kadırga’daki Buhara Tekkesi’nde kalan gezici dervişler ve hacı adayları yüzyıllar boyu Eyüp Sultan’ı ziyaret etmeden Mekke yoluna çıkmamışlardır.
Tefsiri her dönemde okunan İmam-ül Hüda, Müslüman toplumların farklılıklarının bir çatışma aracına dönüştürülmemesini ister. Onun bu “orta yol” arayışı, bugün hem düşüncede hem de eylemde aşırı uçlarda dolaşan XXI. yüzyıl insanına büyük mesajlar vermektedir. Zira Maturidi, İslâm’ın ebedi değerlerini Maveraünnehir’in kodlarıyla harmanlayarak İslâm’ın sadece doğduğu değil, gittiği coğrafyaların taleplerini de karşılayacak bir kuşatıcılığa sahip olduğunu, dolayısıyla İslâmiyet’in evrenselliğini ortaya koymuştur.
O, “Ey iman edenler, hepiniz barış ve selamete girin de, şeytanın adımlarına uymayın” buyuran Bakara’nın 208. ayetini bir hayat felsefesi olarak kabul etmiştir. Aklın ikna edici bilgisi ile vahyin tatmin edici sezgisini bir araya getiren Maturidi, Maveraünnehir’in bu mezhep önderi sadece Maveraünnehir’i aydınlatmakla kalmamıştır.
Yeni bir örnek vermek gerekirse İmam Maturidi bugünün Türkiye’sini de aydınlatmaktadır. Nitekim, İmam Maturidi 28-30 Nisan 2014’te Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde bir kolokyumla anıldığı gibi, 14-15 Eylül 2018’de, yani bundan bir ay kadar önce Beyşehir’de Selçuk Üniversitesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın birlikte düzenledikleri Uluslararası bir “İmam Maturidi ve Maturudilik” sempozyumunda da İslâm ve dünya ülkelerinden gelen ilim adamları tarafından anılmıştır. 25-27 Ekim 2018’de, yani birkaç gün sonra da “Uluslararası İmam Maturidi Çalıştayı: Kayıp Aydınlanmanın İzinde” başlıklı bir başka çalıştay da Türk Dünyası Parlamenterler Birliği ve Kültür Bakanlığı tarafından gerçekleştirilecektir. 49 hocanın iştirak edeceği bu Ankara toplantısına, Özbekistan’dan gelecek olan 6 hocaya şimdiden “Hoşgeldiniz” diyorum. İmam Maturidi’nin öğrencilerinin tuttuğu notlardan oluşan Tevilat’ül Kur’an adlı eserin kapsamlı bir neşrini 2010’da 17 cilt şeklinde tamamlatan Bekir Topaloğlu hocayı burada rahmetle anıyorum.
Bütün bu faaliyetler, bize Özbekistan’da 10 asır önce yanmaya başlayan ilim meşalesinin günümüz Türkiye’sinde yanmaya devam ettiğini göstermiyor mu? 1071’den itibaren Anadolu’nun yaylalarından ovalarına süzülen ecdadımız anavatanla olan gönül ve zihin irtibatını hiç koparmamış, hatta koparmamış olduğu için de o topraklara, Anadolu’ya, Balkanlara kök salmıştır.
Bir Maveraünnehir çocuğu olan Tırmizli Seyyid Burhanettin Muhakkık-i Tırmizi’ye gelince, Hz. Hüseyin’in torunlarından olup Hz. Mevlana’nın babası Sultan-ul Ulema Bahaeddin hazretlerinden ilim öğrenmek için Belh’e gitmiş, hocasının talebesi ve henüz çocuk yaştaki Hz. Mevlana’nın da hocası olmuştur. Yıllar yıllar sonra babasının Konya’daki vefatına müteakip Kayseri’de hocasıyla buluşan Hz. Mevlana babasının kaybından duyduğu büyük acıyı hocasını bularak hafifletebilmiştir. Evet, Tırmiz’de doğan Seyyid Burhanettin Muhakkik-i Tırmizi 1241’de Kayseri’de vefat ederek oraya defnedilmiştir.
Görüldüğü gibi irfan coğrafyamızın şehir isimleri Mekke, Medine, Belh, Buhara, Semerkand, Konya, Kayseri, aslında bugünkü Özbekistan ile Türkiye sınırlarını birleştirmekte, tek bir göğün ışıltılı yıldızları gibi parlamaktadır.
Nitekim XV. yüzyıl Merzifon’unda dünyaya gelen Abdurrahim-i Rumi, güneşin battığı yere, Oxford’a ya da Cambridge değil, güneşin doğduğu yere, Herat’a gelmiş, XII. yüzyıldan beri Orta Asya’yı aydınlatan Yesevi hikmetleriyle Anadolu insanını mayalamak için Merzifon’a dönerken hocası arkasından bakıp “Bir odun kütüğünü yaktık, diyar-ı Ruma attık” demiştir.
Muhterem Hazirun,
Şimdi ben burada düşünce akışıma bir an ara veriyor, sizleri, İstanbul’a bu tebliği hazırladığım Anadolu Hisarı’ndaki evimin çatı katına davet ediyorum. İstanbul’a ilk gelen ve 1395’te Anadolu Hisarı’nı inşa eden Türkmen Yörüklerinin açtığı bir sokakta oturuyorum. Oradan kalkıp Göksü deresinin kıyısındaki İstanbul’un en eski Müslüman-Türk mezarlığına gittiğim zaman zihnimde şöyle bir soru uyanıyor: Acaba şu mezar taşlarının altında yatan Yörükler arasında 1402’deki Ankara Savaşı’na katılan gaziler var mıydı? Biri Batı Türklüğünü, biri Doğu Türklüğünü temsil eden o iki cihangir birbiri ile savaşacaklarına Tırmiz Sarayı’ndaki tek başlı iki gövdeli arslan figürü gibi birleşseydi, dünya haritası bugün nasıl olurdu? Bu sorunun cevabının dünyanın jandarmalığına soyunmuş ülkeleri mutlu etmeyeceğini biliyor ve geçiyorum.
Dün mübarek türbesini ziyaret etmek şerefine nail olduğumuz Bahaeddin-i Nakşibendi hazretlerine gelince; Anadolu’nun gönlünü nakışlayan, 1318’de Buhara’da doğan, 1389’da Buhara’da Rabbine kavuşan Bahaeddin-i Nakşibendi’nin kurduğu Nakşibendilik, Batı Türklerinin topraklarına ilk defa Fatih Sultan Mehmet zamanında bu defa Kütahya’nın Simav ilçesinden yollara düşerek Semerkand’a gelen Abdullah İlahi sayesinde ışıldamaya başlamıştır. Ubeydullah Ahrar’ın yaktığı bu aşk ateşi, hâlâ da ülkemizde ışıldamaya devam etmektedir. Zira çocuğunun göbek bağını İstanbul’dan Buhara’ya kadar getirip onun külliyesinde bir dut ağacı bulup oraya gömen genç anneler bugün Türkiye’de yaşadığı gibi, babasının mezarına Hazretin külliyesinden getirilen bir avuç toprağı atmakla teselli bulan insanlar da günümüz Türkiyesi’nde yaşamaktadır. Bu açıdan halk İslâmı da, bir Hıristiyan azizinin yer altında bulunan küçücük kemiği üzerine koca bir kilise inşa eden halk Hıristiyanlığı kadar din sosyolojisi açısından incelenmeye değer.
Kıymetli Hazirun,
Belki de biraz fazla uzayan açılış konuşmamı tarihten koparıp günümüz Türkiyesi ile Özbekistan’ın müstakbel ilişkileri üzerine söylemek istediğim birkaç öneri ile sonlandırmak istiyorum.
1990’larda rahmetli Özal’ın meşhur ifadesiyle “Adriyatik’ten Çin Seddine kadar Türk dünyası” şiarı bugün iki ülke Cumhurbaşkanı arasındaki sıcak ilişkilerle yeniden canlanmış bulunuyor. Biz bu ilişkilerin katmerlenerek devamını, az önceki oturumda çok veciz şekilde ifade edildiği üzere can-ı gönülden diliyoruz. Bilindiği üzere 1990’lardan itibaren Türki cumhuriyetler Türkiye’ye öğrenci göndermeye başladı.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’ne gelenler arasından ikisi Prof. Dr. Ebulfeyz Süleymanoğlu ve Dr. Afgan Veliyef bugün Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinde hoca ve bölüm başkanı sıfatıyla bulunuyorlar. Temennim Özbekistan ve diğer Türk cumhuriyetleriyle Türkiye Cumhuriyeti üniversiteleri arasında başlamış olan hoca ve talebe mübadelesinin bilinçli bir kararlılıkla devam etmesi yönündedir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Başkanı olduğum sırada, 1994 yılında, Orta Asya Türk cumhuriyetlerindeki 50 sosyal bilim hocasına bir teklifte bulundum. “Türk Dünyası Sosyoloji Araştırmaları El Kitabı” başlığı taşıyan bir eseri birlikte hazırlayalım, dedim. 50 kişiye gönderdiğim mektuptan sadece iki kişi geriye dönüş yaptı. Dolayısıyla böyle bir eser o yıllarda hazırlanmadı. Bu çalışmanın 2018 Türkiyesi ve Asya Türk dünyası için belki de 1994’ten daha önemli olduğu kanaatiyle “Türk Dünyası Sosyal Bilim El Kitabı”nın hazırlanmasını öneriyorum. Orta Asya ilim dünyasını artık sadece UNESCO’nun bastığı “Sosyal Bilimler Üzerine Çalışan Merkezler” kitaplarından öğrenmeyelim. “Türk Dünyasının Sosyolojisi” başlığını taşıyan bir Anabilim dalını, gerek Türkiye’de, gerek Türki Cumhuriyetlerinde ve Özbekistan’da kuralım. Türk dünyası sosyal ilim araştırmaları için bir bilgi bankası oluşturalım. Belli dönemlerde toplantılar yaparak bin yıldan beri ayrı coğrafyalarda ayrı tarihleri yaşayan Türk toplumlarının, kendileri ve birbirleri hakkındaki bilgi alanlarını genişletelim. Sosyal tarih, siyaset bilimi, demografya, istatistik, hukuk, antropoloji, sanat tarihi gibi ilim dallarının XXI. yüzyılda Türk dünyası için nasıl araştırmalar yapması gerektiği konusunu belirleyelim. Alanında temayüz etmiş sosyal bilimcilerin eserlerini tanıyalım. Ortak dergiler çıkaralım. Henüz çözüm bekleyen sorunları ve yapmayı düşündüğümüz çalışmaları birbirimize iletelim. Türk dünyasının çözmesi gereken sorunları birlikte çözmeye gayret ederek dünya sosyal ilimlerine katkıda bulunalım. Böylece, Orta Asya, Batı Asya, Kuzey Afrika, Balkanlar gibi tarihten bugünün dünyasına devrolunan coğrafyayı beraberce sosyal ilimlerin ışığıyla aydınlatalım. Siyasi ve iktisadi ilişkilerimizin bilimsel verilere dayanmasını sağlayan bu kurumlaşmayı, kültürel ve sosyal ilişkilerle destekleyelim.
Bu açıdan “Türk Cumhuriyetleri Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı”nı, TURESCO’yu kuralım. Türk halklarının ortak bir kültür ansiklopedisi ve büyük adamlar ansiklopedisini hazırlayalım. Türk Sanatları Araştırma Merkezi, Yüksek Teknolojiler ve Uzay Araştırmaları Merkezi, Mavi Kuşak ve Yeşil Kuşak Doğal Çevreyi Koruma Merkezi gibi merkezler oluşturalım. Ayrıca okumanın azaldığı günümüzde Türk lehçelerinde aynı anda haber paylaşımı yapan, belgesel yayınlayan ve önemli konularda ortak programlar düzenleyen yeni içerikli bir İnter-Avrasya radyo ve televizyon kanalı kuralım. Türk dünyası yayıncılarının, kütüphanecilerinin ve enformasyon bilimcilerinin yıllık şuralarla bir araya gelip birbirlerinin çalışmalarını tanımalarını ve ortak çalışma planları hazırlamalarını sağlayalım. Turistik paket programları hazırlayarak Türk dünyasında yaşayan insanların birbirlerini ve 1 geçmişlerini daha iyi tanıyıp sevmelerini sağlayalım.[1]
Anadolu insanı Bibi Sultan Medresesi’ndeki Hz. Osman Mushafı’nın mermer rahlesini, ya da Bahaeddin Nakşibendi Hazretlerinin türbesini ziyaret etmeli, Özbekistanlı turist de Hz. Mevlana’yı ya da Süleymaniye Camii’ni görerek ortak bir Türklük şuuru etrafında toplanmalı. Bu şekilde Doğu Türk Dünyası ile Batı Türk Dünyası çağımızın getirdiği teknolojik imkânlarla (hızlı ulaşım ve her türlü iletişim aracıyla), yalnız siyasal anlamda değil, sosyal ve kültürel anlamda da birbirine yakınlaşmalı. Özbekistan Cumhuriyeti’yle Türkiye Cumhuriyeti, dünyada başka hiçbir millete nasip olmayan biyolojik kurbiyeti sosyal bir yakınlaşmaya da çevirebilirse, bu yakınlaşmadan doğacak zenginlik siyasi ve iktisadi mahiyette de sonuçlar verecek, bu da Türklerin sadece XXI. yüzyılda değil, inşallah dünyamızın göreceği önümüzdeki yüzyıllarda ve bin yıllarda da Türklerin mükemmel bir Avrasya uygarlığını kurarak evrensel kültüre ciddi katkılarda bulunmasını sağlayacaktır.
Bu uzun konuşmayı sabırla dinlediğiniz için, biraz da mahcup olarak hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
[1]Türkiye Cumhuriyeti Devlet Planlama Teşkilatı için 1994’te kaleme alınan ve Eylül 1997’de Kültür Dünyası dergisinde basılan buradaki önerilerimizin daha geniş listesine, Türkiye Kanatlarınızın Altında (Kapı Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2018) isimli kitabımızdan ulaşılabilir.