Tarihsel sürece bakıldığında günümüzde tartışmalara sebep olan göç ve mülteci konusunun aslında yeni bir konu olmadığını görüyoruz. Nitekim tarih 3 Ağustos 378 yılını gösterdiğinde Edirne de Adrianopolis Savaşı meydana geldi. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep gösterilen bu olayın perde arkasında bakıldığında savaşın sebebinin mülteci krizi olduğu ortaya çıkmıştır. Şöyle ki; German ırkına ait olan ve Romalılar tarafından “barbar” olarak nitelendirilen Gotlar, Hun saldırılarına maruz kalınca bulundukları beldelerden göç etmek zorunda kaldılar. Romalı tarihçi Ammianus Marcellinus ise Hunların yaptıklarını, “ulu dağlardan, sanki dünyanın merkezindeki gizli yerlerinden kalkmışlar gibi, bir kasırga gibi indiler ve önlerine çıkan her şeyi yağmalıyor, yakıp yıkıyorlardı.” Şeklinde nitelendirmiştir. Yaşanan bu saldırılardan ötürü Gotlar, Doğu Avrupa’daki yerleşim merkezlerini terk edip, güneye doğru akın etmeye başladılar. Tuna nehri kıyılarına geldiklerinde buranın hem toprağının verimli olması hem de Hunlara karşı savunma sağlayacakları düşüncesi ile çok hızlı bir şekilde yerleşmeye başladılar. Ancak bulundukları topraklar Valens’in yönetimindeki Roma İmparatorluğu’na aitti. Bu yüzden Gotların başında bulunan önderleri Roma İmparatorluğundan müsaade istedi, hiçbir problem çıkarmayacaklarını ve gerekli olduğunda Roma ordusuna yedek birlik olarak dahil olacaklarının teminatını verdiler. Bulundukları bölgenin toprağının işlenmesi ve ihtiyaç halinde daha fazla askere sahip olma fikri Roma’nın reddedemeyeceği bir teklifti.
Bu anlaşma beklenmedik, hesaplanamayan bir mülteci akınına davetiye çıkarmış oldu. Sayılarının yaklaşık olarak 200.000 kişi olduğu saptanmıştı ancak sorumlu olan görevliler artık sayı tutmanın imkansız olduğuna karar vermişlerdi.
Romalıların “barbar” olarak nitelendirdikleri topluluklara karşı tavrı sağduyuluydu. Ülke içerisinde onların istekleri doğrultusundan ziyade, devletin ihtiyacına binaen yönlendirmeler yapılmaktaydı. Belli bir süreç içerisinde ise topluluklar asimilasyon sürecine dâhil oluyordu. Askeriyenin içerisinde ise göç ile ülkelerine dâhil olmuş kişiler mevcut olabiliyordu. Romanın ülkesini ve herhangi bir saldırıda kendisini koruma politikası gayet basit ve netti: “İmparatorluğuna kabule et ve onları Romalı yap!”
Buraya kadar her şey normal seyrinde ilerlerken peki bu savaş neden meydana geldi? Gotlara yardım dağıtan Romalı yetkililer ve askerler mülteciler için gönderilen her türlü yardımda kendileri için çıkar sağlamaya başlamışlardı. Daha açık bir ifade ile onların Romalılardan köpek eti satın aldıracak konuma itmişlerdi. Kötü muamele ile birlikte Gotlar ve Romalıların ilişkisi bu savaş öncesinde birkaç kez bozulmuştu. Bu savaş ile birlikte Roma İmparatorluğunun sonu getirilmişti.
Günümüze uyarlanması gereken kısmı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından çok göç alan bir ülkenin yanlış politika sonucunda başına gelen olaydır. Tarih insanlara hep yön göstermektedir ve göstermeye devam edecektir. Göç konusunun tarihsel süreç içerisinde hep hayatımızda var olduğunu görüyoruz. Göç ile ilk defa karşı karşıya kalan ülke biz değiliz. Yanlış yönlendirmeler, yanlış fikirler hem göç alan hem göç veren ülkelerin geleceği açısından problem teşkil etmektedir. Göç alan bir ülke olarak sunulan birkaç öneriyi ufak çapta bir değerlendirmeye alacağım.
Sunulan önerilerden biri olan sınır kapılarını kapatmak fikrini öncelikle eleyeceğiz. Bahsi geçen konu insan göçü. Kapılar kapatıldığı takdirde otomatik olarak göç alımı azalmayacaktır. Bu durum göçmen olan kişileri de yasa dışı durumlara itmekten öte bir tarafa geçmeyecektir. Ülkeye giriş politikaları ne kadar sınırlı olursa göçmenler de o kadar içeride kalmak isteyecektir ve bu durum göç eden kesimin kalıcı olarak ülkeye yerleşme durumunu doğuracaktır ki 1991 yılında Fas’ın uyguladığı politika ile nüfusu 700.000’in üzerine çıkmıştır.
Bir diğer konu ise göç alan ülkedeki mevcut vatandaşların – yerel halkın – iş imkanlarının, göçmenler tarafından kısıtlandığı konusudur. Ancak araştırmalar sonucunda görüyoruz ki çoğu göçmen yerel halkın geri durduğu işlerde çalışmaktadır. Türkiye’ye baktığımız da inşaat sektöründe göçmenlerin yoğunluklu olarak çalıştığını görmekteyiz.
Başka bir mesele ise; sosyal medya üzerinden aşılanan göç konusunun artık engellenemez, planlanamaz hale geldiği algısıdır. Ancak durum öyle değildir. Eğer ki uygulanmak istenen politikalar yolunda giderse 300 bin Suriyeli mültecinin çalışması, yaklaşık 1 milyon Suriyelinin yaşam şartlarını iyileştirecek. Türkiye tekstil ve hazır giyim sektörünün ABD’ye ihracatı 1 milyar dolardan 5 milyar dolara çıkacaktır.
Sonuç olarak; göç önüne set çekildiği zaman kontrol altına alınan bir durum değildir ve “Biz ülkemize göç için müsaade etmiyoruz!” restini çekme durumu da artık söz konusu değildir. Göç bir problem ise öncelik problemi kabul etmektir. Uygulanan politikalarda, öne sürülen projelerde gerçekçi davranmak her zaman bir adım sonrasının önünü açacaktır. Göç alan tek ülke bizmişiz gibi evhamlı olmayı köşeye bırakıp, hem bizim hem ülkemizde yaşayan mülteciler için alternatif yollar bulmak durumundayız. Ve unutulmamalıdır ki; göç ülkemiz için işlenmeyi bekleyen madendir. Ya işlerken ince ince işleyip elmasa çeviririz ya da dikkat etmeyip hiçe çeviririz.