Din ve Gençlik PolitikalarıEğitim ve Sosyal Politikalar

‘İslamcılık’ Tartışmaları mı ‘İslamcılık’ Tanımı mı öncelikli?

Katib Çelebi’nin, Halepli Naima’nın, Urvetu’l Vuska’nın, Said Halim Paşa’nın tarih yorumlarına baktığımızda Osmanlının son üç asırlık döneminde ve Türkiye’de ‘Yeniden İslamlaşma’ çabalarının en yoğun olduğu dönem 1985-1995 yıllarıdır.

1985-95 kesiti İslami veya İslamcı çeviri-telif kitapların en fazla okunduğu, Müslümanların fikri-siyasi ve edebi dergilerden şehir-ilçe kitapevlerine kadar büyük açılımlar yaptığı, üniversitelerde Müslüman gençliğin sosyalistleri, Kemalistleri ve liberalleri dengelemeye başladığı yıllardı.

1970’li yılların ortalarında mayalanmaya başlayan bu sürece İslami uyanış ve tevhidi bilinçlenme süreci diyorduk. O yıllardan itibaren daha çok ‘uyanış’, daha sınırlı olarak ‘bilinçlenme’ söz konusu oldu. Zira elde edilen kazanımlar rehberiyetten mahrum, kendiliğinden ulaşılan imkânlardı. Meydanlara çıkıp kamuoyu oluşturabilmek veya tebliğlerini kamuoyuna aktarabilmek için hakka hakikate tanıklık yapmaya çalışan insanlar ‘Türkiyeli Müslümanlar’, üniversitelerdeki gençlerimiz de ‘Müslüman gençlik’ idi. Bu çizgideki insanları TÜSİAD medyası manşetlerinde ve spotlarında ‘İslamcılar’ diye takdim ettiler. Onlar dışarıdan bakıyordu. Milli dindarlık içinde de, millilikten arınmışlık içinde de olsa İslâmî olanı yaşatma yönelimi veya duyarlılığı taşıyan herkese İslamcı diyorlardı. Vesayetçi statükoyla uzlaşmacı olmayan devrimci eğilimlerimize de ‘radikal veya siyasal İslamcı’ denilmeye başlandı.

Ötekiler için ‘İslamcılık’, özellikle 1980’lerden sonra bir itham veya marjinalleştirme ifadesi olarak kullanılsa da, İslami bütünlüğe veya Kur’an’ın ve Allah’ın Elçisi’nin gösterdiği evrensel sabitelere ve hayat tarzına yönelen Müslümanlar için farkındalık ifade eden bir tanımlama olarak da anlaşıldı.

Zira Türkçede kullanılan ‘İslamcılık’ kelimesi, Arapça ‘İslâmiyyîn’ ifadesiyle de İslami kültür birikiminin asırlardan beri ürettiği ve kullandığı kavramlardan birisi idi [İmam Eş’ari’nin (öl.935) ‘Makâlâtül İslâmiyyîn ve İhtilâful Musallîn’ başlıklı kitabında geçtiği gibi]. Yani İslamcılık, İslamcı denilen insanlarımızı Müslümanlardan ayrıştırmak için paranteze almaya çalışanların ifade ettiği gibi moderniteye tepki olarak son 150 yılda ortaya çıkmış değil, ümmet kültüründe asırlarca bilinç ve ameli yüksek mü’minler için kullanılan bir kavramdı.

Ama İslamcılık, üretilmiş bir kavram da olsa adaleti, şahidliği ve yaşayan şehidliği üstlenmiş Müslümanların üstün vasıfları için kullanıldığında fazlaca bir sorun yoktu. Çünkü ilahi buyruklar gereği müminler kardeşti, darda sıkıntıda kaldıklarında birlik olup dayanışma içinde olmaları gerekirdi ve ortak sorunlarıyla ilgili nitelikli müşterek karar mekanizmasına yani şura meclisi/ululemr’i oluşturmaya zorunlulukları vardı.

Kur’an’daki “Muslim” veya “Mü’min” kavramlarını pekiştirmek ve ileri fonksiyonlarını göstermek için kullanılan “şahid”, “sıddık”, “muttaki”, “sabikun” kavramları gibi; İslamcılık kavramı da ‘mücahid’, ‘dava adamı’, ‘tebliğci’ gibi Muslim kavramını pekiştirici bir ifade olarak üretilmişti.

Ama Türkiye’de İslamcılık kavramı TÜSİAD medyası ve yabancılaşmış akademisyenler-elitler kadar, resmi kemalist ideolojinin de takıntılı olduğu, üzerinde algı yönetimleri oluşturmaya çalıştığı bir kavramdı.

Sorun tarihi süreç içinde “din, yakîn, ıslah, millet” gibi birçok Kur’ani kavramın içeriğinin saptırılması gibi, itikadi ve siyasi anlamda İslami bütünlüğü ve şahidlik bilincini ifade etmesi gereken ‘İslamcılık’ ifadesinin, bu doğrultuda değil de, eklektik anlayışların bu ifadeyle takdim edilmesinden kaynaklanmaktaydı. Bu kavramın İttihad-ı Terakki Teşkilatı’nın yaptığı gibi bir taz-ı siyaset olarak kullanılması veya Türkiye İslamcılığı, Arap İslamcılığı, Kürt İslamcılığı gibi uluslaşma inhirafına düşmüş sentezci anlayışlarca gündeme getirilmesi, kavram üzerinde de haklı olarak bir tecessüs ve bulanıklık oluşturmaktaydı.

Lakin içeriği doğru ya da eklektik kullanılsa da İslamcılık ifadesi toparlayıcı ve yabancı değerlerin savunucularını da tedirgin edici bir özelliğe sahiptir. Çünkü İslamcılık üzerine yapılan tüm farklı tanımların referans kaynağı Kur’an ve Sünnet olmak zorundadır. Dolayısıyla farklı ideolojik algılarla, modernist eğilimlerle veya muharref dini kabullerle yapılsa bile tüm İslamcılık anlatıları fıtri ve İslami değerlere hürmetkârdır; ayrıca az ya da çok Müslümanların haklarını savunan bir dini duyarlılığı ifade ederler.

Yani İslamcılık algısı, en azından İslami duyarlılığı ifade eder. İslamcı, komşusu açken tok yatmayı meşrulaştıramaz. Şarktaki Müslümanın ayağına diken battığında Garpta da olsa onun derdine ilgi göstermezlik yapamaz. Ve tüm İslamcılar her türlü zulme, sömürüye, haksızlığa ve bilebildikleri kadarıyla şirke tavır almak zorundadırlar. Çünkü “La ilahe illallah” şiarını kavramaya çalışmayan ve kavradığı kadarıyla amel etmeye çabalamayan bir Müslüman İslamcı olamaz. Bu hasletleri öncelemeyen veya bu hasletlerden çözülmüş ve ümmet maslahatıyla ilgilenmeyen kişilere İslamcı veya İslami duyarlılık sahibi denilmez.

İslami bilinçlenme işini, İslami dava yükünü ancak İslami duyarlılığı yüksek olan kişilerle, diğer ifadesiyle İslamcılarla konuşmak ve geliştirmek imkânı vardır. Bu konuda Fatır Suresi’ndeki ayet-i kerime sahebe döneminden bu yana oldukça öğreticidir: “Kur’an’ı miras bıraktıklarımızdan bir kısmı kendi nefsine zulmeder (zalimun), bir kısmı orta gider (muktesidun), bir kısmı da hayırda ileri geçenlerdir (sabikun).” (35/32)

Biz de bugünkü Müslümanların hallerini üç kesimde sıralayabiliriz:

1. Dağılmış ve vahiy nimetinden uzaklaşmış ve seküler ulus toplumlara bölünmüş bir ümmetin çocuklarıyız. Büyük çoğunluğun İslami aidiyetleri şekilsel veya oldukça yüzeysel hale düşmüş. “Ey iman edenler yeniden iman edin…” (4/136) denilecek zaaflı insanlarımıza bugün genel olarak veya sosyolojik olarak Müslüman denilmektedir. Said Halim Paşa’nın bu insanlarımız için kullandığı ifade bir görevi bildirir: ‘İslamlaşmak.’

2. İslamlaşmak yolunda ve bu yolda engeller karşısında İslami uyanışa katkı veren gayretlere İslami duyarlılık veya İslamcılık diyebiliriz.

3. İslami duyarlılık sahibi insanları sabikun olmaya yönelten arınma, ıslah, bilinçli tanıklık, şura ve yeniden inşa hedefine de tevhidi bilinçlenme/diriliş süreci diyebiliriz. Tabii ki bu süreç İslami duyarlılığı da, İslami duyarlılık anlamında veya bilinçlenme anlamında İslamcılığı da içerir.

İttihad-ı İslam’dan İslamcılığa

Ümmet coğrafyasının bir parçası olan Türkiye’de Atatürkçü, ulusalcı veya Türkiyeci bir darlığa sıkıştırılan Osmanlı bakiyesi bir nesil söz konusuydu. Bu neslin fıtri ve İslami aidiyetlerden kopmayan özneleri 1970’lerden itibaren gittikçe yükselen yeniden İslamlaşma ve İslamileştirme çabalarıyla yoğunlaşıp özgün medeniyet hamlesinin bilinç değerleriyle buluştukça iç ve dış vesayet odakları telaşa düştüler.

20. yüzyılın son çeyreğinde Batılı paradigma İslamafobik telaşıyla oryantalist çalışmalarını İslami uyanış ve ıslah çizgisinin karalanması ve engellenmesi üzerine teksif etti. Kur’an merkezli bilinçlenme ve diriliş hamlesini durdurabilmek için vahyi ölçülerin örtülmesi veya tahrifine yöneldi. İslami yorumsama ile ilgili neo-gelenekçiliği, modernist eğilimleri ve Kur’an tarihselciliği çalışmalarını öncelikle ABD ve Avrupa üniversitelerinde, tink-tang kuruluşlarında mayalandırmaya sonra da coğrafyamıza ihraç etmeye çalıştılar. Ümmet coğrafyasındaki iç zaaflardan ve dış dayatmalardan kaynaklanan kopukluğu aşmaya çalışan İslami uyanış ve tevhidi bilinçlenme sürecinin ataklarını durdurmak, bozmak ve dağıtmak isteyen emperyal güçlerin en önemli yardımcıları coğrafyamızdaki iç vesayet odaklarıydı.

Coğrafyamızda küresel vesayet odaklarına benzeyerek ve onlara sığınarak otorite kurmak isteyen Frenkleşmiş elitlerin ve yabancılaşmış bürokrasinin siyasi zulmü ve akademik alandaki ayartmaları İslamlaşma sürecimizle de İslamcılık kavramıyla da alabildiğine oynamaya çalıştı.

Urvetu’l Vuska Hareketi’nin Hindistan’dan tüm ümmet coğrafyasına açtığı pencereyle başlattığı ‘İttihad-ı İslam’ stratejisini, nasıl ki Avrupalılar kavramsal olarak ‘panislamizm’e dönüştürdülerse (M. Türköne – U. Özdağ, Siyasi İslâm ve Pan-İslâmizm, 1993), Jön-Türklerin son biçimi olan İttihad Terakki Teşkilatı da ‘İslamcılık’ kavramına dönüştürdü (Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, 1976; Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, 1976); ama çözüm olarak Türkçülüğü yani Türk ulusçuluğunu seçti.

Urvetu’l Vuska’nın (1884) Osmanlı merkezindeki devamı olan İslami uyanış ve ıslah çizgisindeki Sıratımustakim ve Sebilürreşad dergilerinin asıl kadroları İTT’nin bir ‘tarz-ı siyaset’ olarak değerlendirdiği ‘İslamcılık’ kavramını kullanmadı ve benimsemedi. Zaten Lozan Antlaşması’yla İslami kimlikten uzaklaşıp Batılı kimliğe yöneltilen bir Türkiye gerçeği ile karşılamıştık. Vesayet şartlarıyla sınırları çizilip Garplılaşmış elitlerin yönetimine bırakılan Türkiye’de ilk defa İslami aidiyetler ile İslami uyanış ve ıslah çizgisinin öncü kadroları tasfiye edilmeye çalışıldı. Çok acılar yaşandı.

Türkiye, Anglo-Sakson merkezin istemi doğrultusunda 1945 tarihinden itibaren çok partili sisteme geçerken Müslümanlar ortaya konan görece özgürlük ortamından yararlanarak Kur’an okuyup öğretebilme, ezanı özgünlüğüne dönüştürebilme, hacca gedebilme, İslami görüşlerini ifade edebilme haklarını elde etmeye çalıştılar. Bu tür çabalarla belirginleşen Müslümanlara ‘mürteci, yobaz, gerici’ anlamlarına gelecek tarzda ‘İslamcı’ yakıştırması da yine ilk defa Kemalist ideolojinin akademisyenleri tarafından ifade edildi (Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Ceryanı, 1962).

Ama 1970’lerin ortalarından itibaren Türkiye’de İslam’ı itikâdi, siyasi, sosyal, ekonomik, ahlaki, ibadi bütün şubeleriyle İslam’ı bir dünya görüşü olarak algılama boyutunu ifade eden tevhidi uyanış çizgisi yerel ve küresel egemenleri çok rahatsız etti. 1960’lardan itibaren MİT Müsteşarı Fuat Doğu paşanın aktif olarak başlattığı İslam’ı bütünsel olarak kavrama cereyanını engelleyici baskı ve tuzaklar hep karşımıza çıktı. 1928 Laiklik devriminden sonra neşredilen Hareket, Büyük Doğu, Ehli Sünnet, İslam Dünyası gibi İslami dergilerden ‘Allah lafzının kullanılmaması’nı isteyen rejim, 1960’lı yıllardan sonra dini duyarlılık potansiyelini kullanma, İslami bilinçlenme sürecini de saptırma ve bastırma yolunu tuttu.

Sıratımustakim ve Sebilürreşad’ta belirginleşen ıslah çizgisine ve Tevhidi İslam algısına yönelenlere önce mezhepci-batini cenahın diliyle ‘reformist, vahhabi, mezhepsiz’ ithamlarında bulunuldu. Resmi akademik alana girmek isteyen Müslüman gençlere yöneltilen ‘İslam sence ideoloji mi, inanç sistemi mi?’ türü sorularla ‘Ilımlı İslam’ denilen Protestanlaşma eğiliminin ilk öncülüğü kurgulandı. Sonra da ıslah ve tevhidi uyanış çizgisini ‘kökü dışarıda’ daha sonra da ‘radikal’ veya ‘Siyasal İslamcı’ ithamlarıyla marjinalize etmeye çalıştılar.

28 Şubat’tan Bugüne

28 Şubat 1997 Askeri Darbesi, 1985-1995 yılları arasında yükselen İslami dalgayı dağıtmak için gerçekleştirilmişti. İslami dalga şiddetliydi, ancak istikameti aceleci ve romantik hedeflerin çıkmazından kurtulamamış ve henüz bir rehberiyet modeline ulaşamamıştı. Ayrıca gerek vesayet sisteminin politik sahnesinde Müslümanlara alan açabilmek için yer alan Refah Partisi çizgisi, gerek partili mücadele dışında güç oluşturmaya çalışan İslamcı çizgi sünnetullah kapsamından kopuk öncelikler peşindeydiler.

Her iki çizgi de merhaleci bir stratejiyi içselleştirmeden öncelikli hedef olarak iktidarı ele geçirip yukarıdan aşağıya bir İslamlaştırma ütopyası veya acelesi içindeydi. Yani yöntemsel farklılığa rağmen iktidar merkezli ve hedefli bir İslamcılık her iki eğilim için de temel bir zaaftı. Gerek sistemin fiili gücü, gerek küresel sistemin kültürel ve siyasi kuşatması, gerek Müslüman kitlelerin devrim şartlarına uygunsuzluğu realitesiyle karşılaşıldıkça devlet merkezli öncelikli hedefe ulaşılamayacağı anlaşıldı. Öncelikli hedef yitimi iki cenahta da şaşkınlık, içe kapanma veya savrulma sonucunu getirdi. Bu cenahların ağırlıklı kesimlerinde orta ve yakın vadeli hedef kaybına bağlı olarak heyecan, duyarlılık ve değer kayıpları yaşanmaya başlandı.

28 Şubat’tan sonra yapıcı özeleştiri ve kendini yenileme konusundaki eksiklik kopmalara neden oldu. Yanlışın nerede olduğunu analitik şekilde irdelemeyenler, hedef boşluğu içine girdiler. Hayat boşluk kaldırmadığı için, bu birikimin boşluğunu seküler güç arayışları yanında Türkçülüğü ve Kürtçülüğü yeniden keşfetme, çözümü liberal veya sol ideolojik söylemlerle birlikte arama, tekrar bâtini geleneğe sığınma veya bilinemezcilik versiyonu haline gelen yorum tarzları doldurmaya başladı. Bu tarz savrulmaların çukuruna düşmemek için içe kapanan kesimlerde ise gelenekçiliğin selefi yorumlarına tutunmaya çalışan eğilim yükselmeye başladı. Rivayetçi ekolün anlatılarıyla yetinmeyen bazıları da, iktidar arayışında bulamadıkları kurtuluşu feda eylemlerinde aramaya yöneldiler. Duyarlılıkları tıkananların veya silinenlerin yanında; doğru, yanlış ve zaaflı İslami birikimlerini İslam’ın sabiteleri hakemliğinde elemeden terk edenler ve kavramsal arınma hassasiyetleri anlamsız hale gelenler farklı sahillere yelken açtılar.

Ama İslami sabitelerinin bilinciyle İslami değişkenlerini yani içtihadi tercihlerini sorgulayanlar, zaaflarını da kazanımlarını da tartma imkânına sahip oldular. Ayakta kalanlar için İslami faaliyetlerle oluşturulan yaşanmışlıklar olumlu ve olumsuz dersler çıkartılacak çok önemli bir birikimdi.

İslami biyografiler içinden dünden bugüne geldiğimizde gördüğümüz tablo şudur. 1970’li yıllarda Türkiye toprakları gerek yeterli İslami bilgi, organizasyon ve mücadele yaşanmışlığı açısından çorak bir topraktı. Oluşmuş bir rehberiyet modeli ve şura işleyişi örnekliği yoktu. 2017’deyiz ve hala bir rehberiyet modelimiz ve kuşatıcı bir şura işleyiş örnekliğimiz yok. Ama 2010’lardan sonra Türkiye toprakları hem bilgi ve tecrübe birikimi olarak artık çorak toprak değil; iş yapma azminde olan ve bilgiyi aramasını bilen her Müslüman için son derece birikimli ve humuslu bir toprak. Ayrıca dün edinmek istediğimiz organizasyon kabiliyeti ve bilgi birikimi açısından bugün oldukça güçlü ve zenginiz. Ama bu zenginliğimizin İslamlaşma hamlemizi güçlendirmekten ziyade, iktidar kanallarında yer almak ya da ekonomik gücümüzü artırmak istikametinde yoğunlaştırılması oldukça yaygındır. Dava özgünlüğü ve İslami temsiliyeti olmayan imkânlar ise şımarıklığı hatta azgınlığı artırmaktadır.

Dağılmışlığımızı selden kütük kaparcasına fırsata dönüştürmeye çalışan egemenler, potansiyelimizin yeniden toparlanmasının önüne setler çekmeye çalıştılar. İslami duyarlılık alanı iç ve dış vesayet güçlerinin saptırıcı gayretleriyle yanlış istikametlere yönlendirilmeye çalışıldı. Örneğin ilahiyat anfilerinde önü açılan Kur’an tarihselciliği ve teşvik edilen modernist yorumlamalar, İslami uyanış sürecindeki talepkâr gençlerin zihinlerini bulandırmaya çalıştı. Kur’an’ı bir hayat kitabı olmaktan çok bir kelam kitabına dönüştürmeye çalışan ilahiyatçılar ve görelilik söyleminin felsefik akımlarını mahallemize taşımaya çalışan entelektüel ve akademik müfsidler, oryantalist çalışmaların yerli partnerleri oldular. Bâtini ve enelhakçı gelenekçiliği ‘Anadolu İslamı’ diye sunmaya çalışan 1930’lu 1940’lı yılların kültür algısı, mehdilik ve gaybi kutup, rabıta ve rüya anlatısı içinde mafya tipi bir örgütlenmeyle karşımıza Fethullah Gülen Hareketi olarak çıktı ve o da FETÖ ihanetine dönüştü. Üstelik bu ihanetin sonuçları ile uğraşılırken -R. T. Erdoğan’ın Haşhaşi göndermesi dışında- hala sebepleri üzerinde durulmuyor. Ama ‘Derin Anadolu’, ‘Anadolu İrfanı’ veya ‘Türkiye İslami’ denilen söylem, FETÖ’yü ihanet çukuruna düşüren sebepleri içinde barındırıyor.

Yerellik sorunu, fıkıh usulünün ‘şartların değişimiyle içtihadların değişeceği’ dinamik ilkesiyle irtibatlı bir konudur. Bu konuda Haleb şehrini örnek verebiliriz. 1921’e kadar Osmanlı’nın bir eyaleti olan bu merkeze Lazkiye, Rakka, Urfa, Antep, Maraş, Adıyaman illeri bağlıydı. Bu illerin bir kısmı şimdi Türkiye’de bir kısmı Türkiye dışında. Ama sınırın içinde veya dışında olsun bu şehirlerin kültürel ve dini ritüel çeşitlilikleri de aynılıkları da birbirine benziyor. İslami ölçülerle baktığımızda ‘Hangisi bizden hangisi öteki?’ sorusu bile saçma.

2016 Uluslararası Seyyid Kutup Sempozyumu’nda bir akademisyen arkadaşımız sabiteler ve değişkenler ayrımı yapmadan Kutub’un söyleminin kendi dönemiyle sınırlı olduğunu Ebu’l Âla Mevdudi üzerinden anlatmıştı. Kutub’un tevhid algısında Mevdudi’nin ‘Kur’an’a Göre Döret Terim’ kitabının önemli yer tuttuğunu, ama bu kitaptaki “Rab, İlah, Din” kavramlarının Hindistan’da Hinduizme ve Brahmanlığa göre yorumlanmış olduğunu, dolayısıyla Hindistan şartlarında yerli kültür öğelerine dayanan bir yorum taşıdığını tez olarak ileri sürdü. Oysa arkadaşa Ekin Yayınları’nda neşrettiğimiz Abduh ve Rıza’nın ‘Menar Tefsiri’ni fihrist kitabıyla beraber hediye ettiğimi, ‘çok az karıştırmayla, Mevdudi’nin bu kavramların açılımını Mısır şartlarında yazılan bu tefsirden iktibas ettiğini görebileceğini’ hatırlattım. Ve şu uyarıda bulundum: Islah ekolü tüm Kur’ani kavramları evrensel olarak ele alır ve ilk kullanım anlamını kullanır veya ortaya çıkartmaya çalışır. Kur’an’da anlatılan Rab ve İlah kavramının ya da Allah kavramının Türkiye’si, Mısır’ı mı olur? Şartlar Kur’anı belirlemez. Kur’an bize şartları kendi yorumumuza göre belirleyecek evrensel ölçüler verir. Kur’ani kavramlar da temel ölçülerimizdir.

İslam’ın asılları/sabiteleri ile füruları/değişkenleri veya içtihadları arasındaki ayrım hayatidir. Bu ayrıma ve aralarındaki irtibata yeterli özen göstermeyen veya tertil ve talim üzerinde bulunmayan bazı Türkiye Müslümanları, ‘Bin Yıllık Tarih’ kurgusu içinde inanç ve usulümüze ulusal sınırlar çizmemelidir; hayatı anlamlandırmaya çalışan Müslüman gençliğimize bölge, memleket ve kavim öncelikli at gözlüğü takmaya kalkışmamalıdırlar. Hiçbir Müslüman kendi milli veya eklektik dini yorumlarını, ‘İslam budur’ diye nasslaştırmamalıdır. Sabiteler yani muhkem ayetler ve aslı Kur’an’da olan Mütevatir Muhammedi Sünnet dışında görüş ve yorumlar tabii ki kaçınılmazdır. Ama mü’minlerin kardeş olduğu sabitedir; Allah’ın mü’minleri yeryüzüne varis kıldığı sabitedir; küfrün tek millet olduğu sabitedir, kavmiyetçilik yapmamak ve “cahiliye”den kaçınmak sabitedir. Farklı yorumlarımız olabilir, ama hiçbir yorum İslami sabitelerle çelişmemelidir.

Sahnesi resmi ideolojinin kırmızı çizgileriyle belirlenen politik vesayet alanında İslamcılık yapılıp yapılmayacağı tartışması önemli bir başlıktır. R. T. Erdoğan bu başlığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken Hayreddin Karaman’dan Raşid Gannuşi’ye kadar tahkik ehli insanlarla tartışmaya açmıştır. Kur’ani literatüre göre verili sistemde ya da rejimde tağutu veya tuğyanı ifade eden resmi ikonlara ve seküler kutsallara itaat edilerek kurumsal olarak İslamcılık yapılamayacağı kanaati, AK Parti kimliğini şekillendiren perspektif olmuştur. İslamcı bir program yerine ‘muhafazakâr demokrat’ bir tanımlama çabasıyla oluşturulan AK Parti Hareketi tabii ki inhiraf halindeki bazı Eski İslamcılar için eski tanışıklıklarına dayanarak tecrübe birikimleriyle at koşturdukları bir alan haline gelmiştir. Ama gerek ‘muhafazakâr demokrat’ kimliğinin niçin seçildiğini ve gerek Türkiye İslami mücadele çizgisine tutarlı ve katılımcı bir özeleştiriyle nasıl bir istikamet çizilmesi gerektiğini kavrayacak idrak tembelliğini ve kimlik erozyonunu aşamadılar.

Son senelerde eski mahallesiyle barışacağına, ilerlemeci felsefe doğrultusunda Kemalist ideolojiyle de buluşabilen ve biyografik kimliği öteki mahallelerde şekillenmiş ama Erdoğan’dan çok Erdoğancı, Reis’ten çok Reisçi tirollerle dayanışma içinde olan, AK Parti merkezinde bulunmaya çalışan sabıkalı Eski İslamcılar, dindar nesil özlemini de İslamcılık tartışmalarını da en fazla bulandıranlardır. ‘Türkiye İslamcılığı’ edebiyatı da bu tufeyli tiplerin en önemli demagoji kartlarıdır.

AK Parti ideolojisinin merkezi sözcülüğüne soyunan demagoglar ‘Muhafazakar Demokrat’ bir gömlek giyen Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık Mehmet Akif’ten, Necip Fazıl’dan, Sezai Karakoç’tan İslami/İslamcı şiirler okumasındaki yaklaşımının pragmatizmi mi yoksa vesayetten kopma derinliğinin İslamcı köklerini mi ifade edip etmediğini değerlendirme veya tartışma riskini bile üzerlerine almıyorlar. Bugün de İslamcıları veya tevhidi bilinçlenme sürecini tahfif etmeye çalışırken mangalda kül bırakmayan İslami şahidlik misyonuna yabancılaşmış bu kişiler, AK Parti’yi ve Reis dedikleri Erdoğan’ın çevresini ikbal alanı ve nemalanılan bir şirket olarak görmektedirler. Vicdanlarını bağladıkları İslami sabitelere göre değil, reel politiğin icaplarına göre davrananlar bir tarz-ı siyaset olarak gerektiğinde Kemalizmin gerektiğinde İslamcılığın edebiyatını da yapabilirler.

AK Parti içinde resmi ve vicdani kimlik tartışmaları, Erdoğan’ın vesayetten kopma misyonunun kavranıp kavranmamışlığı ile de irtibatlıdır. 15 yıllık iktidar döneminde vesayetin kırmızı çizgilerini referandumlarla, yürütmede oluşturulan inisiyatiflerle aşmaya çalışan Erdoğan misyonu hakları gasp edilmiş Müslümanları, muhalifleri ve ümmet maslahatını gözetenleri değil, en çok yerel ve küresel statükoyu savunan elitleri, bürokrasiyi, sermaye sınıfını ve İslami kimliğinde yabancılaşma yaşayanları rahatsız etmektedir.

AK Parti’nin yerel ve küresel vesayet alanında, o alanın örfünü kullanarak ezilenlere ve gasp edilmiş haklara alan açmak için yaptığı mücadelede İslamcı kimliği değil hak ve özgürlükleri ön plana çıkartmaktadır. Dolayısıyla Erdoğan’ın öncülük ettiği bu vesayetten kopma misyonunun Müslüman halklara, İslami hareketlere veya İslamcılara karşı olduğu şeklinde bir algı ya yüzeysel ya da kasıtlı bir tutumdur. Vahyi ölçüleri aşan İslamcı faaliyetleri eleştirmek ise İslamcılık karşıtlığı değil, hududullahı hatırlatma sorumluluğudur.

Tunus’da Nahda Partisi’nin 2016 Kongresi’nde Nahda Hareketi Lideri Raşid Gannuşi kuşatılmışlığımız içindeki reel gerçekliği bir kere daha vurguladı. O da reel politik alanda siyaset yaparken dini ölçülerimize dikkat etsek bile İslamcılık yapılamayacağı, İslamilik/İslamcılık çabalarının sivil alanda yeşertilmesi, güçlendirilmesi noktasındaydı. Batıcı vesayet, ümmet coğrafyasında İslami uyanış ve bilinçlenme sürecini engellemek için kurumlaştırılmıştı. O zaman vesayete karşı çıkmanın dayanacağı kitlesel dirilik, Batılı paradigmadan derin izler taşıyan liberal, ulusalcı, öykünmeci, ihaleci unsurlarla değil, 15 Temmuz Direnişi’ndeki gibi bedel ödemeye hazır ‘tekbirler’ ile temayüz eden ruhla mümkündür. Ama bu ruhun sürü veya fedakarlık hamaliyesi için yardımcı unsur olarak algılandığı ve özne değerine yükseltilmediği sürece dayanılan dinamiklerin de başka arayışlara yöneleceği kavranmalıdır.

 

Kaynak: Haksöz Dergisi Mayıs 2017

Daha Fazla Göster

Özcan GÜNGÖR

1977 yılında Çorum/Alaca’da doğan Güngör, ilkokul ve hafızlığını köyünde, ortaöğretimini ise Çorum İmam-Hatip Lisesi’nde 1996 yılında tamamladı. 1996 yılında girdiği Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi’nden 2001 yılında mezun oldu. Ulusal ve uluslararası çok önemli projelerde koordinatörlük ve araştırmacı olarak görevler yaptı/yapıyor. 2001- 2010 yılları arasında Diyanet İşleri Baş- kanlığının değişik birimlerinde görev yaptı. 2010-2013 yılları arasında Atatürk Ü. İlahiyat Fakültesinde Yrd. Doç. Öğretim üyesi olarak çalıştı. 2013 yılında naklen atandığı Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi’nde 2014 yılında doçent unvanı alarak ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Başkanı olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Araftaki Kimlik: Alevilik Bektaşilik; Çalışan Gençlik ve Değerler; Religion in Modern Turkey; İki Dünya Bir Aile adlarında yayınlanmış kitapları bulunmaktadır. Çalışma alanları olarak dini gruplar özellikle Alevilik-Bektaşilik-Caferilik, göç, kimlik, ABD’de Türk Topluluğu, Aile, Yaşlılık, Değerler ve Cami çalışmalarıdır. Güngör evli ve üç çocuk babası olup, İngilizce ve Arapça bilmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı